Şehrin daracık taş kaplamalı sokakların en görünmez köşelerine kadar sinmiş bayram telaşı, tatlı bir heyecan dalgası tütüp durmaktaydı. Sokak aralarında yeni sahiplerinin himayesinde şaşkın, ürkek, ürkek koşuşturan kurbanlıkların sesleri, kurban pazarlarında sahiplerini bekleyen kurbanlıkların yeni sahipleriyle kucaklaşmalarını bekliyorlardı. Ellerinde valizleriyle uykusuz, yorgun argın, yüzlerindeki tebessümüyle, evine bir an önce varmanın telaşındaki genç insanlar, terminallerde, şehirlerarası otobüsleri dolduran gurbet yolcusu insanların oluşturduğu, can sıkkınlığıyla harmanlanmış, sevinç, telaş şöleni yerden göğe her tarafı sarı vermişti.
Bayram kavuşmanın, vuslatın garip gurabe, fakır, fukaranın ;unutulmuşların, kapıları açılmayanların gözleri yollarda bekleyenlerin, bir günlükte olsa umutlarının yeşererek hatırlandığı, kapıların açıldığı gündür. Bayram arifesinde Sokaklardaki telaşlı koşuşturmalar, bir gün sonra yaşanacak coşkunun vuslatın habercisidir adeta…
Akşam tutacağım nöbet için işyerinden biraz erken ayrılmıştım. Sokak aralarında dalga dalga, dolaşan heyecan cereyanının içerisinde kendimi kaybetmiştim. Akıntıya koyuverip, bıraktım benliğimi, yarım saatlik, dalgın bir yürümeden sonra evlatları için saçlarını süpürge etmiş, varını yoğunu ömrünü çocuklarına adamış emektarların, ikinci baharlarını yaşadıkları huzurevindeydim. Şehrin sokaklarında renkli koşuşturma buralara hiç uğramamış teğet geçmiş, coşkunun, heyecanın yerini sukûnete, durgunluğa, renksizliğe, yorgunluğa hüzne terk etmiş. Selamlaşarak, takılarak hatta şakalaşarak gücenik yürekleri rahatlatmaya çalıştım.Zoraki bir tebessümle ,keyifsizce başlarını sallayarak karşılık verdiler.
Onlar da bundan birkaç yıl önce, mutlu bir anne yâda baba idiler. Koşuşturmanın heyecan fırtınasının içindeydiler. Her gün önlerinin beklendiği sıcak bir yuvaları, aileleri vardı. Göz bebekleri, can pareleri candan öte yavruları vardı. Sığındıkları, yuva edindikleri yere, gelip gitmeseler de ,onları ayakta tutan, hayata bağlayan, onların sağlık haberleri ,hatıraları, hayalleriydi!…
Huzurevi sakinlerinden, Ahmet Amca’mız, mühendis olan oğlunu, bir aydır bekliyordu. Her uzaktan geleni oğlu sanır, hasta, yorgun yüreği yerinden oynardı. Oğlunun geleceğini, onla ilgili her şeyi, her önüne gelene anlatmıştı. Defalarca bana da, oğlundan bahsetmiş, görmeden tanıdık olmuştuk. Yolda görsem tanıyacak, tutup elinden “yeter artık babanı beklettiğin babanı gözü yollarda seni bekleyip duruyor!” diyerek tutup kolundan getirecektim.
Ahmet Amca, ne anlatmaktan ne de beklemekten usanmış yorulmamıştı, her defasında bizlere yüreğindeki evlat sevgisini anlatırken; ne kadar çok mutlu olduğunu tarifsiz keyif aldığını görebiliyorduk.
Anlattığı gibi gecikmelide olsa oğlu gelmiş, tanıştırmak için beni aramış, her gördüğüne beni sormuş, iş için çarşıya gitmiştim. Akşam elinde oğlunun getirdiği tatlıyla yanıma geldi, ısrarla ikram etti, koskocaman adam yaşlı gözleriyle, coşkuyla, bugün oğlum geldi! Oğlum geldi! Senden bahsettim diyordu. Tutkuyla sevdiği gurur duyduğu oğlunun hayat hikâyesini sil baştan yeniden anlatmaya başladı, hayattaki en büyük keyfi bu olsa gerek.
Ahmet Amca bir ay sonra, akşam vakti acil olarak götürüldüğü hastaneden geriye dönememiş, yorgun yüreği durmuştu. Sanki oğluyla vedalaşmayı beklemişti…
Akşam oturma salonunda, gecenin yarısına kadar, eski toprak, yaşlı delikanlılarla saatlerce anıları tazeledik. Kâh güldük kâh gözlerimiz doldu, birbirimizden gözyaşlarımızı sakladık.
Çocukları, gözbebekleri hatıralarının vazgeçilmez baş aktörleriydi. Babalık analık böyle bir şey olmalı, içlerinde zerre kadar çocuklarına karşı, kırgınlık, dargınlık küslüğün kırıntısı bile yoktu…
Gündüz çalışmanın verdiği yorgunluk ve uykusuzluk ile mecalsiz kalmıştım. Göz kapaklarım, boynum ikide bir düşüyor, dalıp gidiyordum. Sabaha değin oturduğum yerden ara sıra kalkıp katları dolaşıyor, masama oturunca uykuya direnmek için olabildiğince kendimi zorluyordum.
Sabahın ilk ışıklarıyla herkes yerinden kalkmış, bir şeylerin uğraşına, bayram telaşına kapılmıştı. Yükselen güneşle beraber dışarıdaki hareketlilik ve ayak sesleri artıyordu. Abdest almak için halsiz bir şekilde ayağa kalktım, soğuk su üzerimde uykunun verdiği baskıyı yırtıp atmıştı. Yaşlı delikanlılar ile bayram namazını kılmak için yanımızdaki camiye doğru yola koyulduk…
Camide yer kalmamış, cemaat dışarılara taşmıştı. Kılınan namazdan sonra hoca tekbirlerle minbere çıktı. Bayram hutbesinde hoca sanki bize sesleniyormuşçasına gözlerimizin içine bakarak; bu mübarek günde ananızı, babanızı yalnız bırakmayın, ellerini öpüp hayır dualarını alın diyordu. Babanın evlada duası peygamberin ümmetine duası gibidir, cennet anaların ayaklarının altındadır diyerek kırılmış gönüllere su serpiyordu
Ana, babaya İyilik et onları yalnız bırakma, ihmal etme, akrabayı ziyaret et, bayramlarda başta anne baba olmak üzere aile büyüklerini ziyaret etmeyi asla ihmal etmeyin, hocanın sözleri balyoz gibi kafamıza iniyordu.
Bayram namazından sonra camiye giden yaşlılarımızla beraber yemekhaneye geldiğimizde, diğer yaşlılar kahvaltılarını yapmış odalarına çekilmişlerdi. Yemekhanede bizden başka kimse kalmamıştı. Sabah kahvaltısını, namazdan dönenlerle beraberce yaptık. Bayram kahvaltı servislerini yapmanın keyfi bana kısmetmiş, mübarek eli öpülesi insanların, duasını almanın keyfini bayram sabahında doyasıya yaşıyordum.
Nöbette görevli arkadaşlarla bir araya gelip, yaşlılarımızın odalarına her birine topluca ziyarete gittik. Bizleri evlerine gelen misafir gibi kapıda karşıladılar. Masanın üzerine yerleştirilmiş bayram şekerleri kolonya ve sevdiklerinin özenle çerçevelenmiş fotoğrafları…
Nur yüzlü: annelerin babaların uzanıp ellerini öptük. Yorgun kollarını açıp, boynumuza sımsıkı sarıldılar ağlıyorlardı, yanımdakilere baktım onların gözlerinde yaşlar dökülmeye başlamıştı. Gelişimiz onları mutlu etmişti, muhtemelen bekledikleri sadece biz değildik, masada resimde gizlenen evlatlarıydı, arkadaşın takılan eli masadaki resme çarpmış resim yere çakılarak çerçeve kırılmıştı. Hepimiz şaşırmıştık, yerde kırık çerçevedeki resme takılmıştı gözlerimiz, senin yerin yerlerde sürünmek değil, annenin ya da babanın kolları olmalıydı dedim içimden
Onların maddi hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu, devlet madden bütün ihtiyaçlarını karşılamış, masalarına servis edilen üç öğün sıcak yemek ara öğünler, yanlarında ilaç saatlerini takip ederek içmelerini sağlayan sağlık personeli, tuvaleti banyosu içinde tek ya da ikişer kişilik televizyonlu odalar…
Tüm bunlar onların gönlünü hoş etmiyordu. Dizlerine başını koyup, okşadıkları, şımartarak, usanmadan, bıkmadan, yorulmadan oynadıkları torunlarından ayrı kalmışlardı. Her şeyi verebilirsiniz lakin evlat sevgisini, torun coşkusunu, ev sıcaklığını vermek ne yazık ki imkânsız.
Ya torunlar: dedesiz, ninesiz, onların masallarına, babalarının, annelerinin yaramazlıklarını, çocukluk hikâyelerini anlatan pamuk dedelere, nur yüzlü ninelere hasret, eksik büyüyorlar.
Dedelerinin ninelerinin yeri torunlarının yanıdır. Torunları dededen nineden ayrı koymak, onları sevgisiz geçmişinden kopuk yaşatmaktır.
Buna kimin hakkı olabilir!
Yılmaz SERGEN