Amasya İtimat

KELİME EDİP SÖZ BİLEYENLER…

0
312

Naci Konyar

Orta oyunun, tiyatronun ustalarından Kel Hasan’a sormuşlar: “Hasan Efendi, artık aktörler alaydan değil, okuldan yetişecekler ne diyorsun?” “Hiç aldırış etmem” demiş. “Asıl seyirci okuldan yetişirse, o zaman halimiz duman.”
Doksanlı yılların başından beri iyi kötü demeden bir şeyler yazıp çiziyoruz. Okuyanlar yazanlardan daha arif ve dikkatliler. Bu nedenle Kel Hasan Efendi’nin duyduğu korkuyu biz de duyuyoruz. Onbeş günde bir de olsa yazmayı sürdürüyoruz. Yazdıklarımız yeni bir söz ya da farklı düşünceler değil. Olanı ve okuduklarımızı okuyucularımızla paylaşıyoruz. Yaptığımız iş usta malı alıp satmak.
Bu hafta sizlerle usta kalem Yaşar Aydemir’in “Yaşamak Geçti Başımdan” kitabından not aldığım güzellikleri paylaşmak istiyorum.
“Şair, öğretmen Orhan Şaik Gökyay Kastamonu’ya gider. Hemşerileri ona “Etli ekmek” ikram etmek isterler. Bir eve sipariş verilir, ardından da topluca kalkıp o eve varırlar. Etli ekmeği hazırlayan kadın yer ocağının başındadır. Sacın önünden, unun hamurun, kap kacağın arasından yekinir ama bir türlü toparlanıp kalkamaz. Kadın Gökyay’a hitaben:
“Efendi” der, “Hoş geldin, şeref getirdin. Kusuruma kalma, ayaklanamadım. Ama bilesin ki, gönlüm ayaktadır.”
Orhan Şaik Gökyay, döner arkadaşlarına der ki: “Bizi millet yapan, bizi bu topraklarda tutan işte bu hasletlerdir. Hep gıpta ettim; yıllarca okullarda ders verdim, ilim meclislerinde bulundum, bin bir malumat var aklımda; ama bu sezgi, bu hal…”
Şirazlı Sadi 1200’lü yıllarda ne içten söylemiş; “Bu dünya, bir kez olsun bir dosta selam vermek için bile güzel…” Bazen koca bir hikaye tek bir sözcüğün içine sıkışıyor.”
Sato Dayı derdik. Nüktedan, konuşaklı, muhabbetli bir adamdı. Hasta olduğunu duymuştum, ziyaret edip halini hatırını sorayım dedim. Baktım kapının önünde sırtını eski bir duvara dayamış güneşleniyor. Selam verdim, başını kaldırıp bakmadı bile. Perişanlamış Sato Dayı gitmiş başka biri gelmiş. “Nasılsın” diye başladım. Şikâyetin ne, neren ağrıyor diye konuşturmaya çalıştım, biraz ferahlar diye. O ise hiç kıpırdamıyor. Neden sonra gözünün ucuyla yüzüme bakıp sus işareti yaparak incecik bir sesle: “Bire oğlum dur! Ölem diyim ecel yoğ, kalham diyim mecel yoğ. Hepsi bu kadar işte…”
Harput’ta bir halk deyişi vardır. “Biz kulağımızdan şişmanlarız” diye. Söz ve sohbetin insanı nasıl imar ettiğini anlatır. Yazar kitabı ve okumayı başa korum, asla küçümseyemem. Ama sohbeti de yabana atamam cümlesiyle giriş yaptığı yazısına şöyle devam ediyor;
“Köy evlerindeki ocak başları kulağımızın ilk dolduğu tatlı ve şirin köşelerdi. Ne olduysa oralarda oldu. Söz ve mananın çekirdeği önce oralarda gönül tarlamıza düştü. İyilik duygusunun kök saldığı, mesut, memnun, emin zamanlar…
Büyük şehirlere geldiğimizde gördük ki; aradaki köprüler yıkılmış şifahi kültürün ucu çoktan kopmuş. Gidenler de dağarlarındaki müktesebatı yanlarında götürüyorlar. Biz de iskelede yakaladıklarımıza sıkı sıkı sarıldık. Kitaplar, dergiler, gazeteler yetmedi. Söz meclislerine koştuk. Hiç yüksünmedik. Kitapçılarda, sahaf dükkânlarında dernek ve vakıflarda bir hoş nazara, azıcık lezzete, kıl kadar ince söze talip olduk, rıza gösterdik. Birlikte muhabbet sofraları kurup birlikte sohbet demledik.
Keşke elimizden bir şey gelseydi, hazır hayat tecrübesi kese kağıdı içinde bakkallarda satılsaydı. Hayat daha kolay olurdu. Oysa büyüklerimiz derdi ki; “At nalına bir mıh çakmak için bile iki yıl mengenenin başında, iki yıl çingenenin yanında eğleşeceksin.”
Aşık Veysel’e sormuşlar: “Aşığım! Şimdiye kadar seni hiç bilmezdik, pazarda görmemiştik. Nerelerde eğleşiyordun?” “Yok yok pazardaydım” diye cevap vermişti Koca Veysel. Hep pazardaydım. Lakin kendi aşım kısık ateşte pişiyordu. Ben de usta malı alıp satıyordum. Veysel Ağamız ömrünün sonuna kadar ne pişmekten yoruldu, ne usta malı alıp satmaktan. O itibarla da tele vurup söyledikleri gidip gidip insana dokundu. Sazına seslendi: “Ben Atamı sen ustanı unutma” dedi.
“Yaşamak Geçti Başımdan” isimli kitabının her cümlesinde samimiyetin ne olduğunu okuyucusuna tattıran, deyim ve atasözlerin mahalli ağızla nasıl kullanıldığını imrenerek ve zevkle okuduğumuz Şerif Aydemir bir başka güzelliği anlatıyor:
“İki yıl önce televizyonda bir haber kanalında rastladım. Balkanlarda bir köyün ahalisini sürgün etmişler, köyü boşaltmışlar. Sonra oraya başkaları da gelmemiş. Komşu köylerden Recep Bayram diye biri kendine vazife edinmiş, yirmi beş senedir boş köye beş vakit ezan okuyor. Recep Bayram’a mikrofon uzattılar, “Evet” dedi, “Yirmi beş senedir kelebeğe böceğe, ota duta, dağa taşa ezan okuyorum. İnsanlar gittilerse izleri duruyor.”
Dağda taşta, ağaçta kuşta insandan iz aramak… Ağaçla, kuşla, taşla, toprakla bütünlük kurabilecek bir ruha sahip olmak…
Sevgili okuyucular bir Ramazan mahmurluğunda değerli yazar Şerif Aydemir’in tanışıklıklarından, gidip gördüklerinden, oturup dinlediklerinden nefis Türkçesi ve revnaklı kalemiyle yazmış olduğu eserinden alıntıladığımız hatıra parçalarını sizlerle paylaştık. Yazımızı onu niçin sevdiğimizi anlatan cümleleriyle sonlandıralım.
“Hal ehline dost olmaya gelmedik mi bu cihana?”
“Haldaş olup iki güzellik yudumlamadıktan sonra bu çorak dünyanın kahrı mı çekilir?”
Kelime edip söz bileyenlere selam olsun…

Yorum Ekle