İşte, hayat yolculuğumuz doğrusu ve eğrisiyle, eksiği ve noksanıyla devam ediyor.
Dökülenler, ayrılanlar, yarıda bırakanlarla süren yolculuk son nefese kadar devam ediyor. Oyunbozanlık yapmak, bana ne demek, yoruldum, yaşlandım deme şansımız yok. Yaşadıklarınız cehennemde, cennette olsa devam. Dört mevsim yedi iklimin sırasını değiştirmek, istemiyorum, geri döneceğim ya da ışınlanıp sonuca ulaşacağım çabası beyhudedir.
İsyan etmek kulluktan değildir. Gözlerini güneşe verip bir mecnunun olmuşluğun hali nice olur. Gözleri ne haldedir ki kurusun, ıslansın, halini göstermesin.
Yağmurlar yağmayan ayların doğa ile ne hale geldiği ne kadar problem oluşturursa, metrekareye düşen suların fazlalığı da önemli hasarları yaşatır. Tabi yağmur dahi ihtiyaç sınırlarında olması elzemdir.
Zaman zaman hüzün çöker. Gün günü tutmaz. Yolculuğun her günü, saati, saniyesi yeni yaşanacaklara ulaştırır. İstediğimiz ve istemediğimiz şeyleri bizlere sunmaktadır.
Bazen, görmek ve yaşamak istemediklerimizi sunar ki adeta eziyor görüyor gibi oluruz. Güneşe yaranmak için ufuklar ötesine yola salar ki bulutlardan geçerken yolunu kaybetsin, daha gökyüzünde çağlayan sularda ıslansın, donsun, titresin, yeryüzüne indiğimde tenimde kuru yerim kalsın diye.
Demek ki, yandığımı, kavrulduğumu, kül olduğumu sanıyorsun. Hâlbuki ağlıyorum. Dayanılmaz bir yanışın, ısının, bütün tenimi, hücrelerini, fiziğimi ve kimyamı teslim ettiğin güneşin esiri oluyor, yanmayan, eriyişe geçmeyen, acıdan, sancıdan etkilenmeyen kas ve hücreler kalmasın istiyorsun.
Biliyor musun dal dal gölge arıyorum. Rüzgârın sesini arıyor, bir yudum suyun serinliğini arzuluyorum. Sen beni yaktın yakalı sağlığımı kaybettim. Dengelerim alt üst oldu.
Daha güneş görmemişti düşlerim. Daha yatsı olmamıştı. Gecenin öteki yarısında ay gülümseyip dünyayı aydınlatmamıştı. Yıldızlar oyuna başlamamıştı. Âşıklar leylaklarla buluşmamıştı. Sen beni öğle sonrası güneşe teslim ettin. Sonra gökyüzünde bulutların üzerine fırlattın. Bir daha dönmesin diye kına yaktın avuçlarına. Akşamı görmesin, yatsıya ulaşmasın diye.
Son gözede kök hücreleri yosun tutmuş, nemli gözlerle vakte eyvallah diyerek hasret günlerini tamamlıyor. Gövde, yara bere içinde. Kuruyana, dökülen ve boş alanlardan dışarıya sarkan dallara bakıyor. Yaprak yok, çiçek yok, meyve hiç yok. Dallarını terk edenler kendine rüzgâra bırakmış yarınlarından habersiz savrulup duruyorlar.
Baharı ve sonbaharı hasat vaktinden önce bırakmış. Dört mevsimin tamamında ısınmayan bir tenin, bütün hücreleri yavaş yavaş dünya hayatını nefesleri ile sürdürüyor. Yutkunuyor, gülümsüyor, dua okuyor ve şükür ediyor.
Keşke, yer sofrasına diz kıranlar ve gök sofrasında gönül kırmayanlar bir arada olabilselerdi.
Sonra ay ve yıldızlar kaybolmasaydı. Güneşle birlikte olmanın tadı ve lezzetiyle ateş korunda bir olgunluğa uzanabilselerdi. Dünyadan görünmek için geceye, bulutlara, güneşe bağımlı olmasalardı.
Biliyor musun bu sabah bulutlar gezintiye çıktı. Kontrolsüz esen rüzgâra teslim olup, kontrolden çıktılar. Yeryüzünden yükselen alev ve dumanlara şimşekler karıştı. Büyüklerin afat dedikleri dakikalara ulaştı zaman.
Toprağa bıraktıkları küllerin havalandığından habersiz alevlerin dansını izledi gökyüzünde kimler varsa. Yeryüzü yağmur beklerken…
Habersiz akıntılar, gökyüzüne yükselmek için birbirleriyle yükselme yarışında olan alevler yükseldi yüreklerden.
Sonra koç yiğitler düştü toprağa…
Toprak kırmızı renge büründü…
Hayatımız boyunca yolların sonunu hep bildik. Ölüm ve ötesinin yüzü hep soğuk duş oluşturdu. Yaşı, ekonomisi, boyu, kilosu demeden sırası gelen canlar ebedi dünyaya göçtüler.
Toprak bize ebedi, sonsuz vatandır.
“Oku” emrinin huzuruyla daima hazır olduğumu söyledim kendime. Ağladığımda tenimin titreyişiyle gönül fermanından kırık not aldım. Yarınlara taşıyamadım kendimi.
Bir şey var ki bir türlü tamamlayamadım. İşte o tarafım daime eksik kaldı.
Görevler, idealler, davalar, sevgiler, aşklar hep eksik kaldı.
Duaların kabulü dileğiyle…
***
Yol ve yolcu. Başı, ortası ve sonu belli olan bir yolculuktur. Adını ne koyarsak koyalım. Gideceğimiz yoldan bir emin olabilsek. Engelleri zararsız atlatabilsek, misafir olduğumuz dünya hayatımızda mutlu olabilsek.
Doğduğumuz andan ölene kadar hayatımız sürekli bir yolculuktur. Doğa değişir, insan değişir, varlık ve yokluk değişir, gün değişir, mevsim değişir, doğum ve ölüm değişmezdir.
Ayaklarımız verilen emre uyup istediğimiz yere götürse, gözlerimiz istediğimizi gösterse, beynimiz hayırlı işleri başarsa ve dahi bizi başarıya ulaştırsa, özlemler bitse, vuslat gerçek olsa ne olurdu.
Hasret adına yalnızlığın eklediği dertlerle yaşamak nedir, bilirim. Kendimizle barışık olmak için kendimiz olmak gerek. Yol uzun, yollar tükenmez, zaman çok kısa lakin ben umutsuz, ben yorgun, ben halsiz, yalnızım…
Yönlendirecek, yön tayin edecek, rüzgâr nereden eserse essin bilinmezim. Arkadan veya önden de esse ses veremem. Yol alamam, yol veremem. Yol açamam, bulamam, çekilemem teslim olmuşum, emanet avuçlarımda sahibini beklerim.
Geriye kalacak, yetim olacak, yalnız yaşayacak kimse yoktur. Yol güzel, yoldaş güzel, sonu vuslat razılığım ebedidir.
Nerede doğduğumu, yürüdüğümü, okuduğumu, çalıştığımı, yaşadığımı unutmayan, nereye, nasıl, nereden gideceğini bilenlerdenim.
Dünyayı okumak gerek. Hani çok gezmek, çok yol yürümek. Bilen olmanın artılarını ve eksilerini hep sorgulamışımdır. Başarı seyahat ise, son nefesim mutluluk olsun.
Yıllar boyu yola çıktıklarımla devam etmek için dikkatli oldum. Yolda bulduklarımla değiştirmedim. Surda gedik açmak isteyenlere müsaade etmedim.
Şimdi yolculuğum ebedi olsun istiyorum. Bilet ise, vites ise, buhar ise gitmek vakit ise zamandır. Gönül kalmaz, akıl kalmaz, anılar silinir, belli belirsiz ad kalır mezar taşında…
Yaşanılanlar yıkık dökük ömrün yılları arasında hayatın nemli olmasını sağladı. Problemsiz bir dönem olmadı. Lakin hala ayaktayız, mutsuz insanların, renkli fotoğrafları arasında ve gülümsüyoruz.
Ve her gün şükrediyoruz…
10.02.2019
Osman BAŞ