HARMAN Enver Seyhan

0
137
Arkadaşım sayfasında, bereket temennileriyle bir fotoğraf paylaştı; Kayseri ilinin Pınarbaşı ilçesinden. İlçe 1926 öncesinde Sivas Vilayetine bağlıydı ve adı Aziziye idi. Ekin biçmeye başlamışlar. Orakla ve tırpanla değil elbette. Sordum: “Sizin orası yayla mı?” dedim. Çünkü orakla bile biçilse ekin, bizim oralarda kalmaz bu vakte kadar. Kalsa da artık son bir haftadır. Harman ayı geldi çattı çünkü. Eski hesaba da vursan değişmez. İki takvim arası on üç gün.
Eskiden de bu sıcaklar yine böyle buňaltıcıydı. Ekin, sıcağın alnında, orakla ve tırpanla biçiliyordu. “Biçmek” yerine başka bir kelime kullanıyordu konuşuğu, yaşam serüveni ve
dili konu edilen hikayede “Ak benizli kadın…” Kaleme alanın cümlesi şöyle: “Orak ile arpa orardı.” Bizim yörede “ormak” fiili kullanılmaz. Bu yüzden olmalı ki aklımın en ücra yerinde saklandı tıkandı kaldı. Bizim oralarda nem bir nebze düşüktü sanki; hatta hava kupkuruydu desem yanlış olmaz. Nefes alınmayacak derecede sıcaklar olduğunu bilirim. Hatta uzaktan bakınca, oluşup titreşime geçen sıcak yoğunluğuna “sıcak kaynıyor” diyorlardı. Hafızamda yerleşmiş hâliyle böyle.
Adını vermeyeyim; yetmişlerde insanlar köyünden Almanya’ya ve İstanbul’a göçmeye başlamıştı. Elbette şehirde, kışta karda sıcakta soğukta, bahçede ve tarlada çalışmak gibi değil; velev ki olsun, kılçık yok, toz – toprak yok, en azından kısıtlı da olsa bir türlü imkan var. En kötü şartlarda bile nihayet şehir hayatıyla köy hayatı boy ölçüşemez.
Bizim köyde, “Koru”nun kenarında “Sarıtopraklık” adıyla bir tarla var. Sahibini de biliyorum. Adını vermediğim, yakınım da olan kimse, köye yaz tatiline geliyor. Elbette üstünde, başında ve yaşam anlayışında, şehirden, şehrin hayat tarzından esintiler barındırıyor. Tam da sıcak kaynarken, insanı normal durumda bile buňaltırken, “Sarıtopraklık”ta ekin biçenleri uzaktan görünce; elini alnına koyuyor ve diyor ki: “Anaam! Bu ısıcakta da ekin biçenler kim ola?” Sözü tam olarak bu cümleden ibaret olmayabilir; fazlası noksanı olabilir. Belki farklı kelimelerle kurulmuş bir cümle olabilir. Her neyse! Maksat hasıl oldu. O tarladan veya yanındaki dereyi takip eden cılgadan araziye, Orak ayında birkaç kere geçtiğimi hatırlıyorum. Hissettim, tanık oldum ve gördüm gözümle de; “sıcak kaynıyordu” derenin başında. Arazinin orta yerinde, her yerde. Yaz mevsiminde sıcakların insanı ve diğer canlıları buňaltması kadar doğal ve alelâde bir şey yok!
Her mevsim taşıdığı özellikleriyle güzel. Yine de bir – iki derece ısı farkı var gibi; eski senelere nazaran. Tabiat da insanoğlundan buňalmış! Sebepsiz tepki veriyor; ha şöyle, ha böyle!
Yeri gelmişken…
Isıcağa bağlı olsa da olmasa da, ayruk etkenleri de içinde barındıran nedenlerle bu sene ülkemizde “nasıl çıktığı anlaşılmayan” orman yangınları can yakıyor ve geleceğimizi kül ediyor; söndürme uğraşı veren gençleri hayattan koparıp alıyor!
Asla!
Üzülmek de yetmiyor!
“Öyle bir devir ki susmak suç, konuşmak suç!”
Son cümle beni müslüman toplumun konuşanı Ebu Zer’e götürdü; onunla hasbihal eyledim.
Soruyor:
Dinin peygamberiyle sohbet ederlerken olmalıdır. Hazret-i Rasulullah Muhammed Mustafa buyuruyor ki:
“Yüce Allah, üç kısım insanın kıyamette veya mahşerde yüzüne bakmayacak.”
Ne kadar acı!
Soruya cevap veriyor:
“Elbisesini gururla, kibirle sürüyerek gezip dolaşanlar. Yani kibirliler. İkincisi yaptığı iyiliği başa kakanlar. Üçüncüsü yalancılar.”
Hadis-i Şerif’in aslına ulaşmak mümkün. Ben aslına uygun olarak aklımda kaldığı gibi yazdım.
Ebu Zer’in hayatı ise, her müslüman için yaşam pınarıdır ve iksirdir. Sanıyorum müslüman olan ilk on kişi arasındadır. Müslüman olanlar içinde, Hz. Ebubekir, Hz. Hatice, Hz. Zeyd bin Harise ve Hz. Ali’den sonra farklı fikir ve tahmin dışında beşinci kişi olduğunu hatırlıyorum.
Enver Seyhan
28.07.2025

Yorum Ekle