Çok değerli insanlar; SALİ DEDE’lere , İBRAYİM DEDE’lere SAYGILAR, SEVGİLER OLSUN. Çolak Sali, derlerdi. Çocukluğumdan beri adını iyi bilirdim ama kendisini pek görmemiştim. HACIBEY köyünü ziyaretimde, köyün girişinde ilk uğradığım evdi. Kapıya yaklaştığımız zaman Sali dedeye seslendik. Bizi duyunca kapıya çıktı. Yaş doksan, dimdik, uzun boyuyla, elinde bastonu, merakla “siz kimsiniz” der gibi bize baktı. Tanıttık kendimizi “Oş gelmişiniz” dedi ve bizi içeriye davet etti. Etrafı bahçeli, tek katlı, derli toplu temiz bir evi vardı. Ayakkabılarımızı çıkardık, girdik evine. Akrabam Kadişah ve köyümüzün Muhtarı Bülent sağolsunlar, beni hiç yalnız bırakmadılar. Abidin Eniştenin Abdireyim, Latif Aga’nın Mümün Kara da o gün bizimle beraberdi. Bize katılan birkaç kişiyle beraber, Sali Dedenin evinde, kimimiz kanepeye kimimiz sandalyelere oturduk. “Hoş geldiniz, kimin nesi siniz” sözleriyle tanışıp sohbet etmeye başladık. Beni babamın adı ile tanıyorlardı. Dolayısıyla annemi de tanıyorlardı. O gün Sali Dedeyi dinledim, anlattıkça anlattı. Neler biliyormuş meğer. Dinleyen birini bulunca bildiklerini keyifle anlatıyordu. En aklımda kalan ve etkilendiğim bir ifadesi vardı, not aldım. Mübadeleyi herkes araştırır öğrenir ama asıl yaşayanlardan duyacaksın… “Bizimkiler zulüm görmüşler. Gitmeyiz dedikçe eziyet etmiş Rumlar. en sonunda Atatürk kızmış Yunan düşmanına; “ALIN MİLLETİNİZİ, VERİN MİLLETİMİ” demiş, ondan sonra mübadele olmuş. Özet buydu işte. “Bizim köy, Selanik-Kayalar’ın Kozluköy’ünden gelmişiz. Burada herkes Kozluköy’lü” “Bu Hacıbey köyünde daha önce Rumlar mı yaşıyormuş?” “Rumlar yaşamışlar, onlar gidince burası on beş yıl sessiz ve ıssız kalmış. Çevre köyler tarafından yağmalanmış. On beş yıl içinde, yıkılmış dökülmüş, kimsesiz kalmış. Gelen babalarımız, toparlamaya çalışmışlar, oturacak hale zor getirmişler. Ne yapsınlar, başka şansları yok ki.” “Zor oldu, çok zor” diyordu Sali Dede. Ben burada doğdum, doğduğum o zamanlar burası susuz, kurak bir yerdi. Kupkuruydu… Sonra Sali Dede ailesinden bahsetti uzun uzun; “Orada zorluk çekmişler de burada kolay mı olmuş, daha zor olmuş” diyordu. Her şeyleri varken, bırakıp gelmişler, aç kalmışlar, yemeye ekmek bulamamışlar, kolay olur mu? Hasta olanlara bakamamışlar, yollarda ölenler olmuş, bir kısmı dayanamamış geldikten sonra buralarda ölmüşler. Kayıplarımız, bulamadıklarımız da olmuş. “ Ben sana anlatayım mı be kızım, benim dedemin mezarı yok burada. Niçin bilir misin, memlekette kalmış. Babam üzülür, yanardı. Mezarını bile göremedim, gideyim babamın başında dua edeyim, der üzülürdü. Halam Dokuz köyünde kalmış. Babam onu da göremezdi. Darma dağınık olduk derdi. Eeh, o da bu köyde öldü gitti, ben de giderim babamın yanına, hepsi için dua ederim. Babamın adı Mustafa’ydı. “ Babam bekarken Yozgat-Akdağmadeni Köyü Dokuz’a halamı görmeye gitmiş. Yani kız kardeşini görmeye. Vasıta yok, yol zor ama burnunda tütmüş kardeşi. Uzun, zor yolculuktan sonra Dokuz’da bulmuş halamı. Özlem, hasret gidermişler. Kalmış birkaç gün yanlarında. Halam babama demiş ki; “burada benim bildiğim iyi bir kız var, isteyelim onu sana, al git, kur evini.” Kızın ailesiyle görüşmüşler, uygun bulmuşlar, olur denmiş. Sonra eve döneceği zaman vermişler kızı yanına göndermişler. Bu iki gencecikler, Amasya’ya kadar trenle, Amasya’dan sonra köye kadar atla gelmişler. Geliş o geliş. Ben ilk evlatları olmuşum. Anamın adı Azbiye. Anamın babasının adı, yani dedemin adı Celil’miş. Binbaşıymış benim dedem. Kamçılı Binbaşı derlermiş. Anamın arkasından, Nenem çok ağlamış. Gözlerinde yaşlar, yüreğinde yangınlar. Hasretine dayanamamış. Yoksulluk, ülke fakirliği, savaşın verdiği yıkımlar, ulaşım zorluğu ve çaresizlikler. Sonra… Seneler geçmiş üzerinden, yaralı yüreklerde acısı kalmış, hiç sönmemiş. Anacığı cebinden eksik etmediği mendiliyle gözlerinden akan yaşlarını silerken dualar etmiş, “iyi olsun, gittiği yerde rahat etsin ne yapalım uzaklık işte, kader bu” diyerek, göğsünün üzerindeki sızıya elini bastırmış. Annesi, kızının yüzünü, kızı annesinin yüzünü göremedikçe, simaları gözlerinde silikleşmiş. Bir yerlerde Anne yaşlanmış, köşesine çekilmiş. Başka bir yerlerde gencecik kızı Azbiye ise evlendiği, “Kocam” dediği adamın yanında, hayata, zorluklara karşı göğüs germeye çalışmış. Onun da çocukları olmuş. Özleme, hasrete göğüs germeye çalışmış. Bayram olmuş, düğün olmuş, gözyaşları hasretini hafifletememiş, yüreciği hep yanmış. Salih Dede, yanındaki bardaktan su içti, ağzını sildi, içten içten bir nefes aldı. Anlattıklarına yeni başlıyormuş gibi devam etti. “En büyük evlatları bendim, hepimiz büyümüştük artık. Ankara’ya askere gittim. Askerliğimi Ankara’da yaptım. Oradayken arkadaş olduğum birinin Dokuz köyünden olduğunu öğrendim. Sordum Nenemi, tanıyormuş. Tek tek sordum hepsini tanıyormuş. Dedim, bir mektüp yazsam senin mektübünle gönderir misin? “Gönderirim” dedi. Sonra bir gün mektübümün karşılığı geldi, sevindim. Askerlik bitti, döndük evimize. Anama bir bir anlattım. Dedim, seni Dokuz’a götürecem, nenemle görüştürecem. Anacım çok sevindi. “Götürür müsün, gider miyiz. “ “Gideriz.” Dedim. Hesapladık, Dokuz’dan geleli olmuş otuz beş sene. Yola çıkacağımız gün geldi. Aldım Anamı yanıma. Amasya’dan Zile’ye kadar otobüsle gittik. Zile’den sonra otobüs yoktu, yürüdük. Yürü yürü bitmez, akşam oldu, karanlıktan yolumuzu kaybederiz dedik korktuk. Küçük bir köye kadar geldik, Bir adam gördüm uzaktan, sırtımda heybem vardı, koştum koştum koştum, yetiştim ona; Amca, amca, yolcuyuz, karanlık oldu, yolumuzu kaybederiz, bizi misafir eder misin?” “Buyurun, Tanrı misafirimiz olun gelin” dedi. Yattık o gece o insancıkların evinde. Sabah oldu, gene çıktık yola. Öğlen saatlerinde Dokuz’a vardık. Sordum Asker arkadaşımı önce onu buldum. Görünce sarıldık birbirimize. Dinlendik biraz orada. Bizi Neneme götürdü. Gittik beraber. Nenem,evin önüne atmış minder, güneşlenirdi. Çok yaşlıydı. Elini öptüm, sonra anam da elini öptü; “Hoş gelmişiniz, kimsiniz, nereden gelir, nereye gidersiniz” diye sordu. “Biz sana misafir geldik, tanıyamadın mı bizi.” “Tanıyamadım be evladım” derken yüzümüze dikkatli baktı, tanıyamadı. Yanına iki minder atıldı, biz de oturduk. Anam merakla sordu; “Senin çocukların var mı?” “Var.” “Kaç kızın var?” “Üç kızım var.” “Dört kızın yok muydu. Biri Azbiye.” “Vardı Azbiye’m. Çok oldu, onu kaybettim be yavrum. Gönderdim uzaklara. Gidemedik, gelemedi. Görmedim ki çok oldu.” “Görsen tanır mısın?” “Tanıyamam, bilmem ki.” Anam fazla dayanamadı, ağlayarak sarıldı anasına; “Anamm ben geldim, Azbiye’yim, ben Azbiye’yim, seni görmeye geldim” der demez, sarıldılar oldular yumak. Ağlaştılar. Durup durup ağlaştılar.” Anlatırken Salih Dede de gözyaşlarını tutamadı, sesi inceldi inceldi, çıkmaz oldu. Titreyen dudaklarıyla yutkundu, biraz durdu. Elleriyle gözlerini sildi. Yorgun, boğazında düğümlenen incelen sesiyle devam etti; “ Sonra, Nenem beni sordu.” “Bu kim?” “Benim büyük oğlum, torunun Anam.” “Beni de kucakladı ağladı, yaşlanmış Nenem. On beş gün misafirleri olduk. Hepsi ile hasret giderdi Anacım. On beş gün sonra yine gözyaşlarıyla bıraktık onları, köyümüze döndük.” “Salih Dede sonra ne oldu? Onlar yine orada kaldı, siz burada. Tekrar görüşme imkanınız oldu mu?” “Yook beyaa nerden olacak. Bir kere görüştüler okaa. Nenemin mezarı orada, anamın mezarı burada. Te bitti… Muhacir olmayan bu acıyı bilmez. Biz de burada büyüdük, burada kocadık…” Salih Dede bastonuna dayanarak kanepeden yavaşça kalktı. Karşımızdaki açık bir kapıdan başka bir odaya girdi. Merak ettim gözlerimle takip ettim. Sanırım mutfaktı orası. Tekrar yanımıza döndü, elinde bir tabak lokum ve bir elinde kolonya şişesiyle geldi. İnce düşünceli, centilmen bir köylü Sali Dedeydi. Saygıyla aldım bir lokum, ama o “çift al” diye ısrar etti. Kırar mıyım bu saygıyı. Yalnız yaşıyordu ama evlatçıkları hiç bırakmamışlar babalarını, belliydi. Keşke o evlatları da bir gün tanıyabilsem. Yıl 2019. Salih dede 89-90 yaşındaydı… Hasret acısı halâ yorgun gözlerinden yaşlar döktürüyordu. Salih dedeye, veda ettik, sağlıklar diledik. Yine kapısında durdu, el salladı, “güle güle, sağ olasınız,geldiniz bizi gördünüz, ne mutlu bize. Güler yüzünüz yeter yavrum” dedi ve bizi uğurladı. |