Naci Özkan
Geçenlerde bir işim icabı memleketim olan Amasya’ya gitmiştim. İstanbul’da yaşayan biri olarak koca şehirde ne kadar yalnızmışız meğer onu anladım…
Cuma’ya denk gelmişti o günüm. Cuma namazının farzından sonra son sünnet kılınına dek, tek bir cemaatin dahi camiyi terketmemesi bu şehirden bana kalan hoş bir hatıraydı. Cuma namazı sonrası aynı bütünlük bozulmadan, avluda bulunan tanımadığımız bir vatandaşın cenaze namazını hep beraber kıldıktan sonra herkesle birlikte dağılmıştık. İstanbul’da nerde efendim böyle bütünlük. Farzdan sonra cemaatin kapılara sıkıştığı aklıma gelmedi desem yalan olur doğrusu.
Namazdan sonra, Amasya Belediyesinin camii avlusunun bir köşesine kurduğu küçük dükkanlardan birine hediyelik eşya satın almak için girmiştim. Oracıkta dükkan sahibiyle ayak üstü sohbette bulunmuştuk. Derken sohbet küçük bir masada içilen bir çayla devam etti. Biraz kendimden bahsettim sonra tanıştık ve sohbet çayların arka arkaya gelmesiyle derinleşti. Sohbet derinleştikçe Mehmet amcayla aramızdaki yabancılık, kısa sürede dostluğa dönüştü. Müşteri geldikçe arada sırada müşterilerle ilgilendi.
Sonra, bana gönlünden geçen samimiyet ve Amasya’ya özel buram buram Amasya kokan şivesiyle; “Ben burada çok taze bir esnafım. Sizce nasıl biriyim, dışardan bakan biri olarak hakkımda ki düşünceleriniz nedir?” deyince, bana da ona ibretlik bir hikaye olan, “Kasabı sinirlendiren adam”ı anlatmıştım.
Efendim Uzun bir hikaye…
Burada anlatmaya lüzum görmüyorum. Merak edenler YouTube kanalından hikayeyi dinleyebilir. Velhasıl sabrın önemini konu alan bu hikayeyi anlattığımda, “seni Allah gönderdi besbelli” diyerek tebessümle teşekkür etmişti. Kendisine huzurunuzda beyefendinin nezaketi ve misafirperverliği nedeniyle teşekkürü tekrar bir borç biliyorum. Mehmet amcayla gönül dilinden ettiğimiz bu sohbet harikaydı. Gönlümde hoş bir seda olarak kalacak daima.
Velhasıl…
İnsanoğlunun konuştuğu dilin yanına yüce Allah varoluşumuzla birlikte ikinci bir dil koymuş.
Gönül dili…
Bu bildiğimiz birbirimizle konuştuğumuz sözcüklerden ibaret bir dil değildir.
İlim ve fikir adamı Büyük üsdat Ali Fuat Başgil Gönül dili için ; “Sözlerin tatlı, tavırların zarif olsun. İnsanın kabası, ısıran köpek gibidir, herkes tarafından taşlanır.” der…
Gönül dili, davranışlarda, muamelelerde doğuştan insana bir güzellik sunduğu gibi, yenilen, içilen, giyilen şeylere, hatta kullanılan eşyalara da ayrı bir renk katar.
Gönül dili, her çeşidiyle insana, insan olma keyfini hissettirir. Onun sayesinde insan, tabiatına bir hikmete dayanarak yerleştirilen vahşiliği, kabalığı hoyratlığı bir yana bırakarak bir melek saflığı, temizliği ve inceliğini yaşar. O, insana o kadar yakışan bir davranıştır ki, dili, dini, kültürü ne olursa olsun hemen her millet tarafından hoş karşılanır. Gönül insanını herkes sever, bağrına basar. Hem evinin, hem gönlünün kapılarını sonuna kadar ona aralar. Aksine kaba insan ise hep iticidir, yalandan etrafında yüzüne gülen insanlar bulunsa da hiçbir zaman hakiki dostu yoktur.
O gönül dili ki, o dil; ağzımızda, aklımızda, gönlümüzde, ruhumuzda, dostluğumuzda yumuşak, soframızda şükür, kazancımızda bereket, sevincimizde tebessümdür.
Gönül dili; muhatabımızın kalbine, ruhuna, zihin dünyasına dokunmaktır. Bu dokunuşta da orta yolu takip etmenin hayati derecede önemli olduğu açıktır. Sadi Şirazi der ki: “İnsanlarla münasebetin ateşle münasebetin gibi olsun. Çok uzaklaşma donarsın; çok yaklaşma yanarsın!”
Bu altın orandaki temel uyarıyı dikkate almamız, toplumsal ilişkilerde ve iletişimde büyük bir önem arz etmektedir. Gönül dili, tebessümlü bir yüz ifadesiyle ve akabinde hikmete dayalı söylenecek olumlu bir mesajın aşamayacağı psikolojik bariyer yoktur. Efendimiz, “İnsanlara tebessüm etmeniz de bir sadakadır.” diyerek gönülden gelen bir tebessümün önemini ortaya koymaktadır. Demek oluyor ki, tebessüm gönülden gelen dilin başlangıcıdır. Mevlana’nın dediği gibi “Aynı dili konuşanlar değil, aynı gönlü paylaşanlar anlaşabilir”.
Gönül dili dedik demesine de peki günümüzde bu dili bilen konuşabilen var mı?
Kaçımız tanımadığımıza gülümseyerek merhaba diyebiliyoruz?
Kaçımız kıyafetin ne hoş,
Çok zarifsin, çok güzelsin,
Teşekkür ederim vb. basit sözleri söyleyebiliyoruz.
Bu gün neden bu dili konuşamıyoruz sizce? Bu sorunun cevabı 500 yıllık bir Osmanlı hamamının kapısındaki kitabede saklı. Sultanahmet’teki tarihi Cağaloğlu Hamamı’nın kitabesinde aynen şöyle yazmış gönül dilinden konuşan birisi.
“Tıynetin na-pak ise hayır umma germabeden,
Önce tathiyr-i kalp eyle, sonra tathiyr-i beden”
Yani, “Eğer gönlün ve niyetin temiz değilse bunu hamamdan senin gönlünü ve niyetini temizlemesini bekleme. Burası ancak senin vücudunu temizler. Git ilk önce iç dünyanı, gönül dilini temizle. Nasıl olsa vücudunu daha sonra temizlersin.”
Evet, biz o başlangıçtaki duruluğu, niyet temizliğini, kutsal basireti, gönül dilini ve sevgiyi, kısaca insanlığı kaybettik.
Biz galiba gönlümüzü yitirdik…
Ey can; kimseyi kırma. Sözden ağırı yoktur. Beden çok yükü kaldırır ama, gönül her sözü kaldıramaz.
Kaç dil bildiğin değildir önemli olan. Gönül dili bilmektir insanı değerli kılan.
Başka bir yazımızda buluşmak ümidiyle, Selametle kalınız efendim.