Nihayet yolun sonunda, Selânik limanına geldiler, sevindiler. Tüm sahilde savaş çadırları kurulmuştu. Çok kalabalıktı. Perişan olmuş insanlar, çocuklar, ana baba günü yaşıyorlardı. Herkes bir çadıra başını sokmaya çalışıyordu. Bir ay çadırlarda kaldılar. Kirden kokmaya, açlıktan, hastalıktan, kirden ölmeye başladılar. Vapurlara doldurulup gönderiliyorlardı. Arkada kalanları sonraki vapurlara alacaklardı. O, sonraki vapur ne zaman gelecekti, bilmiyorlardı. Vapurlarla uzun yolculuklarda güçsüz kaldılar, direnmeye çalıştılar. Ne kadar temizlense de vapurda ki farelerle baş edemiyorlardı. Çoğu hastalandılar. Vücutlarında bit ve veba salgını vardı. Yiyecekleri kalmamıştı. Karada ölenleri, nerede öldüyse oraya gömdüler, dağlarda yollarda bıraktılar. Vapurda ölenleri, denize attılar.
Savaşı biz istemedik. Göç bizim suçumuz değildi. Cezasını bizler çekiyorduk. Acısını, dayanılmazlığını bizler çektik. İnsanlar dayanamayacakları kadar ağır, acı yükün altında kaldılar. Urumeli’den, Anadolu’ya geldiler. Anadolu’dakiler Urumeli’ne gittiler. Savaşan onlar değildi, kendilerini savaşın içinde buldular, savaş yaşadılar. Anadolu’nun bir köyünde buldular kendilerini. Giden Rum’ların, boşalan evlerine yerleştiler. Yiyecekleri kalmamış, bitleriyle ve hastalıklarıyla yerleşmeye çalıştılar. Ne gelenler gönüllü geldi, ne gidenler gönüllü gitti. Selim’in ailesi, beraber geldikleri yakınları ve aynı köylülerinin bir kısmı gösterilen köye geldikleri zaman, Rumlar o köyü henüz boşaltılmamıştı, onlar gitmek istemiyorlardı,evlerini ocaklarını bırakmayacaklardı, gitmeyeceklerdi. Ama öyle olmayacaktı işte, gideceklerdi; “ Gitmiyoruz” diyorlarsa, Asker gücü ile sürüleceklerdi. O köyü de boşaltmak için, askerler, evlerinden zorla çıkardılar ve silahla, süngüyle kattılar önlerine. Sürdüler bilinmezliğe. Dağlara, yollara, feryatlarıyla dağıldılar. “Nereye… Kimbilir…” Zeycan’ın derdi hepsinden başkaydı. Mehmet Ali’yi kaybetmişti. Kendi köylülerinin içinde yoklardı ve nereden ayrıldılar, nerede kaldılar bilemiyordu. Annesiyle beraber ne yapıyorsa aklı başında değildi. Tadı kaçmıştı. Bir daha da Mehmet Ali’yi hiç göremedi ve duymadı. Yunan bu topraklarda ayaklanmalarıyla rahat durmuyordu, Ege’de İzmir ve aydında yakarak, yıkarak, öldürerek güçlerini gösteriyorlardı. Bölgenin Anadolu’ya katılmasını kendilerine yediremiyorlardı. Yaşı 90 olan Sali dedenin dediği gibi, “Atatürk, şımarık Yunan’a dedi ki; ALIN MİLLETİNİZİ, VERİN MİLLETİMİ.” Buradaki Rum köyünde, Elsa, yer sofrasına ailesini toplamış, yemeklerini koymuştu önlerine, iki kaşık aldılar ağızlarına, üçüncü kaşık ellerinde kaldı, askerler tüfekle girdi evlerine. Baskın… “Toplanın gidin buralardan, karar verildi, kalamazsınız, hayde.” Aile yalvardı ama, çaresiz gideceklerdi, köy sokaklara dökülmüş, dağlara doğru yürüyorlardı, Elsa ile eşi Dimitri çocuklarını topladılar. İki- üç yaşında ki küçük kızları etraflarında yoktu. Biraz önce yanlarında oynuyordu. Annesi önce onu doyurmuştu ve oynamaya bırakmıştı. Bakındılar, seslendiler yoktu. Etrafı dolaştılar, dağılıp aramaya çalıştılar, yoktu. Askerler “Dağılmayın” dediler ve süngü ile önlerine kattılar, köylüleri uzaklara kadar sürüp bıraktı döndüler. Gidenler de gelenler de böyle sürüldü ey SAVAŞ… Küçük Tamina, Olga, Eleni, adı neydi kim bilir, üç yaşına yakındı, etrafta oynarken, bilmeden veya merakından, samanlığa girmişti ve ailesinin telaşından haberi bile olmadı. Orada kaldı yavrucak. Karnı toktu, uyudu kaldı. Birileri çaresiz giderken, diğer birileri boşalan evlere yerleşmeye çalıştılar. Zümrüt gelin ve ailesi, Nermin’e yakın bir eve yerleştiler. Nermin, girdiği evde Elsa’nın bıraktığı yemeğini bile yiyemediği sofrasını görünce oturdu başına, ağladı, ağladı. Nermin ağlarken, Kucağında yolda buldukları bebekle Zümrüt geldi. Nermin’i öyle görünce korktu. Nermin’in sabrı onlara güç veriyordu. “Ne oldu Abam,” dedi yanına çömeldi, “niçin ağlıyorsun kötü kötü. Nermin kendini tutamıyordu, sarsıla sarsıla ağladı. Zümrüt etrafına bakınca anladı Nermin’in neden ağladığını, oturdu yanına bekledi biraz. Nermin sakinleşince, kucağında ki bebeği gösterdi; “Abam ne yapsak bu çocuğu?” Nermin yaşlı gözlerle baktı Zümrüt’e; “Ne yapsak öyle mi Zümrüt, Sen ona ana, Yunus Baba olacak. Ne yapsak anladın mı Zümrüt.” Zümrüt, son ayına giren karnına elini koydu, Nermin’in yüzüne baktı. “Zümrüt, iki çocuğun olacak, emzireceksin, büyüteceksin, sana bu yakışır. Hade evine git, biz de yanındayız, korkma kızım. Zümrüt kalktı kapıdan çıkarken, dışarıdan bir çocuk ağlaması duydular. İkisi de birbirlerine baktı ve merakla kapıdan çıktılar. Samanlığın kapısında, üç yaşında, sarı bukle saçlı, saçlarına saman doluşmuş, mavi gözlü, üç yaşlarında bir kız çocuk ağlıyordu. İkisi beraber koştular, küçük kızı susturdular, yüzünü okşadılar, tekrar birbirlerinin yüzlerine baktılar. Nermin adını sordu, çocuk tam söyleyemiyordu, anlayamadılar. Ama anladılar ki bir Rum kızıydı, ve kazara burada kalmıştı. Şimdi ne olacaktı… Eve aldılar. Zeycan merakla olayı takip ediyordu. Nermin Zeycan’a eliyle kızı göstererek; “Bak be kızım, sana kardeş gelmiş, temizle bu kızın saçında ki samanları, doyur karnını. Adını sorma söyleyemiyor, sen buna da bir ad koyarsın.” “Ana kim bu, kimin kızı bu.” “Bilemem be yavrum, anası babası gelinceye kadar bizim. Gelemezlerse, ölünceye kadar bizim, atacak değiliz ya.” Zümrüt kucağında yeni çocuğuyla evine gitti, bir ay içinde kendi sancılarıyla, doğurduğu çocuğuyla iki evlat emzirdi ve büyüttü. Hiçbir zaman da çocuklara siz başkasınız demediler. Zeycan küçük kıza birkaç defa adını sordu ama ne olduğunu anlayamadı. yeni kardeşine isim koydu, “Ramiye, senin adın “Ramiye” olsun. Küçük kızın annesinin adını merak etti; “Annenin adı neydi senin,” der demez küçük kız başladı ağlamaya; “Annem, annem.” Her hatırlayıp sorduğunda zor susturuyorlardı. Sarı yüzünün rengi kızarıncaya kadar ağlıyordu. Gidenlerden kalan eşyaları karıştırdılar, kendilerine göre yeni düzen kurmak istiyorlardı. Küçük kızın giysilerini bir bohça içinde buldular, banyo yapıp temizlerini giydirdiler. İşlerine yaramayan giysileri komşulara veya uygun olanlara dağıttılar. Nasıl yerleşelim, ne yiyelim derken bir hafta içinde, köylerine bir haber geldi; “Bulaşıcı hastalık var, karantinaya.” “Nereye?” “Daha uzakta, dağın başında bir köye.” “Ne kadar kalacağız.” “Kırk gün.” Tekrar toparlandılar, tekrar taşındılar. Yanlarında ne yiyecek, ne giyecekleri vardı. Hasta olmayanlar da beslenemediği için hastalandılar. Bitlenmişlerdi, temizlenemeden tekrar yer değiştirdiler, orada da pire sardı her yanlarını. SAVAŞIN ESERİ idi bu oyun. Kırk gün sonra, kalan sağlar tekrar önceki yerleştikleri yere döndüler. Kimisi dönmedi, dağ köyünde kaldı. Sağ kalanlar, zaman içinde temizlendiler, kirden, hastalıklardan arındılar. Aş bulmaya, toprak işlemeye döndüler. Aç da olsalar toprakları vardı. Kapılarında asılı bayrakları da vardı. Düğünlerinde, töreleriyle oynadılar, bayramlarda kutlamalarını yaptılar. Giysileri eskiydi, kırk çeşit yaması vardı. Olsun… Artık onlar hastalıklardan, kirden kurtulmuşlardı… Aile bundan sonra, iki erkek, iki kız olarak, Yoksulluklarında var olmaya çalışıyorlardı. Küçük Kadir’le Ramiye, aynı yaşta büyüdüler. Nermin, onlara ikizlerim diyordu. İkizler olarak büyüttü. Okula beraber gittiler, beraber oynadılar, aynı şiveyi konuştular,aynı aşı paylaştılar, beraber ağladılar. Ailenin neşesi oldular beraber büyüdüler. Zeycan’ın evlenme yaşı geliyordu. Köyden isteyen oldukça, görücülerden kaçar olmuştu. Mehmet Ali geliyordu gözünün önüne. İsteyenlerin yüzünde Mehmet Ali’yi görmeye çalışıyordu, ısınamıyordu. Baskılar çoğalıyordu. Köyde hayat çok zordu, yoksulluk, sefalet yaşamı daha da zorlaştırıyordu. Toparlanmak, epey emek istiyordu. “Evlatlarımız rahat etsin” diye çalışıyorlardı. O yıllarda bir çok köyde okul yoktu. Bazı köylere ilkokul yapılmaya başlanmıştı. Köyün üç yaşındaki küçük çocuklarının okul yaşı geldiği yıl, Köye, derli toplu, barakadan bir okul yapıldı. Badanası yapıldı, bahçesi süpürüldü. Genç yeni mezun bir öretmen, annesiyle beraber, köye geldiği gün, Muhtar ve köyden birkaç kişi, Öğretmeni ve annesini karşıladılar. Muhtar, okula yakın küçük bir evi öğretmen için hazırlatmıştı, Öğretmeni evine kadar götürdüler, hoş geldiniz dediler, yakın evlerden, tepsilerde yemekler geldi. Şimdi, köylerine bir öğretmen gelmişti, annesiyle yerleşmişlerdi. Okulun kalan eksiğini de öğretmen tamamlamaya çalışıyordu. Köylüler, öğretmene ve annesine, “hoş geldiniz, hayırlı olsun” diyorlardı. Nedim öğretmen, ilk işi olarak okulun önüne, bayrağını, kara yazı tahtasının üzerine Atatürk’ün fotoğrafını astı. Kara yazı tahtasını köylüler kendi elleriyle yaptılar, pek düzgün olmadı ama, olsun, karaya boyayınca, daha benzedi. Üzerinde, bu köyü, bu toprağı, bu okulu onlara armağan eden, Koca Gazi Mustafa Kemal’in fotoğrafı vardı. Çocuklar Ata’sının önünde, okuma, yazma, ilim öğreneceklerdi. Göğüsleri kabara kabara “Ne Mutlu Türküm diyene” diyecekler, onun gururunu yaşayacaklardı. Nermin’in Memlekette ki köyünden ahbapları, Mümüne ve Ramiye (Rahime) aynı köye yerleşmişlerdi, birbirlerini bırakmıyorlardı, görüşmeye devam ediyorlardı. Ahbaplıkları daha samimi, sohbetleri daha duygusal oluyordu. Memlekette ki neşeleri keyifleri memlekette kalmıştı. Birbirlerine destek oluyorlar, sık sık görüşüyorlardı. Şimdi Zeycan’ı baş göz etme merakı başlamıştı. Ne kadar bildik varsa akıllarından geçiriyorlar, ölçüp biçiyorlardı, Mürvet bir fikir attı ortaya; “Baksana mari kadam Nermin, Şevket’in oglu yakında askere gidecek, iyi çocuk, eh anası babası da iyi insanlar, yapın nişanı, yeri belli olsun. Gelince yaparsınız bir düğün.” “E mare evde kalmasın derken, ille birine mi vereyim. Elbet kısmeti çıkacak. Çeyiz yapamadık, ne bulduk da ne yapalım, üstümüz kırk yama. Kendimize gelemedik.” “Bazı köylerin durumu bizden kötüymüş duydunuz mu.” “Duyduk Rayme, duyduk. Erken giden Rum’ların köyleri boş kalmış, Muhacirler gelinceye kadar civar köyler yağmalamışlar, bir şey koymamışlar. Allahtan korkar insan.” Nermin derinden bir ahh çekti de ekledi arkasından; “Doğru dersiniz, bana da eşyalı ev düştü, içinde bir de küçük kızı vardı…” Gülüştüler beraber; “Sen git de gör, şindi o küçük kızın anasını, babasını bakalım kim bilir ne yaparlar.” Rayme döndü sohbetin başına; “Mari aklıma ne geldi baksanıza, küüye yeni gelen üretmen var, niçin olmasın Zeycan’a koca.” Nermin, aniden Rayme’nin yüzüne baktı,baktı; “E be Rayme yap bu işi, sevaba gir, olasın aracı. Kızım olsun memur hanımı. Ta ne isterim, kurtulsun hayatı.” “Üğretmenin anasını ben getireyim sana, kahve içmeye, dur sen.” Aralarında kuradursunlar, Öğretmenin annesi gelmeden, öretmen kendi geldi evlerine. Okula kayıt yaşı gelmiş çocukları kayıt yapmak için Muhtarla beraber evleri ziyaret ediyorlardı. Zeycan’ın babası karşıladı kapıdan, eve aldı misafirlerini. Öğretmen, devlet adamı, evlerine gelmişti, ne mutlu idi. Kadir ile Ramiye’nin okul yaşı gelmişti. Bir kahve sohbetiyle, çocuklar öretmenlerine tanıştırıldı, ve kayıtları yapıldı. Selim, küçük rum kızı Ramiye’yi evladı olarak gösterip nüfusa geçirmişti. İki kardeş okula başlayacaklar, beraber okuyacaklardı. Öğretmen ve Muhtar hayırlı olsun diyerek çıktılar kapıdan. Avluda Zeycan, bahçe kapısından çıkarken, Öğretmeni gördü, Öğretmen de zeycan’ı gördü. Zeycan başının örtüsünü çekti yüzüne, döndü kapıya. Öğretmen çocukların ailesiyle vedalaşırken, “hayırlı olsun, evlatlarımıza” derken Zeycan’la tekrar gözgöze geldiler. Zeycan Öğretmenin aklında kaldı. Boyunun güzelliği ve bakışı ile silinmedi hayalinden. Okul İstiklâl Marşı ile açıldı, Andımızla başladı. Çantaları bezden di, ayakkabıları delik ti, giysileri yamalıydı, giysileri küçülmüş kolları kısalmıştı, pantolonları da kısalmıştı. Olsun… Okul bahçesinde cıvıldaşan çocuklar vardı. Toprakta, can bulmuş yeni uyanan tohumun yeni yeşerip toprak üzerine çıkması gibi, Anadolu canlanıyordu. Eğitim bilimle toprağımız güçlenecekti. Atam hakkın ödenmez… Rayme vakit geçirmeden, öğretmenin annesini, Nimet’e kahve içmeye getirdi. Kahve sohbetinde hepsinin niyetinde ne vardı biliyorlardı.Öyle ya bu iş tanışarak, görüşerek olacaktı. Nermin’in işareti ile Zeycan kahveleri getirdi, verdi misafirlerine. Zeycan görücüye çıkmıştı. Öğretmenin annesinin gönlü çekmişte Zeycan’a. Akşam oğluna haberi açtı. Nedim Öğretmen annesini dinledi, pek üstünde durmadı. Köyde yeniydi ve kimseyi tanımıyordu. Yine de ziyaret ettiği bir evde, bahçe kapısında gördüğü Zeycan aklına geldi, ama adını bilmiyordu. Annesi ise oğlunun aklına girmeye çalışıyordu. “Ana, dur acele etme, benim bir düşündüğüm var araştıralım önce.” Öğretmen evi tarif etti, Annesi, kızı tarif etti, aynı kişiden bahsettikleri çıktı ortaya, ikisi de gönül rahatlığı ile, karar verdiler. Mehmet Ali’den umudunu kesen Zeycan da mutluluğun ve heyecanın içine düştü. Yoksul durumlarının el verdiği kadar, kına ve düğün merasimlerini yaptılar. Zeycan Öğretmen hanımı oldu. Bu milletin çocuğu olarak, büyüdüler, bu topraklarda evlendiler, bu topraklarda çoluk çocukları oldu. Yollarda bulunan Feyim’le, evde bulunan Ramiye, onların çocuklarıydı artık. Konu olduğu ve sorulduğu zaman; “Çocukları onlar büyüttüler” den başka bilgileri yoktu ve kimse fazla konuşamıyordu. Böyle üzüntüler yaşayan aileler çoktu. Sadece onlar değildi. Savaşın verdiği acı ve çaresizlikti. Sırası geldi de Nermin’e, veya Selim’e veya Zümrüt’e soruldu. “Siz büyüttünüz, size yabancı gelmez, birbirileri ile evlendirecek misiniz.” “Olmaz be kardaşım, olmaz. Biz onlara kardaş olarak baktık, büyüttük. Akıllarına getirmeyiz öyle şeyler. Kardaş olarak bilirler kendilerini. Ne olduklarını söylesek ne fayda. Üzülmekten başka ne geçecek ellerine.” Dediler de, bu kadarla kalmadı olay. Yeter ki düzen bozulmasın. Ramiye telli duvaklı gelin oldu, çocukları oldu. Anne, Baba dediği kişiler, ve soyadlarını taşıdığı kişiler, Selim ve Nermin, zamanı geldi de bu dünyaya veda ettikleri zamanlarda bir gün, Yunanistan’dan Köye iki kişi geldi. Uzun yıllardan sonra sınır kapıları açılınca, yurt dışında kayıplar iki taraflı aranmaya başlanmıştı. Tamina aranıyordu. Peki bu köyde Tamina’yı kim biliyordu. Tamina küçüktü ve adını söyleyememişti. Hem de sadece Tamina değildi ki kayıp olan. Tamina kimdi. Köy halkına soruldu, “belki buluruz” dendi. Ama kimse tam bilemedi, anlatamadı. Ramiye’ye de sordular, Ramiye adını bilmiyordu ki benim diyemedi. Nasıl diyecekti, Müslüman Türk olarak büyütüldü, yetiştirildi. Çocuklarına ne desindi ki; “Ben Rum olabilirim” mi diyecekti. Kendine bile gerçeğin ne olduğunu anlatamıyordu. Çocukları başka bir kuşak ve Annelerinin adı Ramiye idi. Yunanistan’dan Aramaya gelenler, Anne , Baba değillerdi. Selim ve Nermin de yoktu. Kime soracaklardı, kim anlatacaktı. Anne, Baba deyince Selim ve Nermin’in arkalarından ağlayan Ramiye idi. Onu büyüten bir annesi vardı…Nermin. Ben bu öyküyü yazarken Ramiye de dünyaya veda etmişti. Ramiye yok. Ramiye vardı, YOK. S O N
|