Enver Seyhan
Yeni yazmadım.
Yazmışım ve muhafaza etmişim. Silmeye kıyamadım bu yazıyı da. Paylaşmak istedim. Elbette yazdığımda, en azından profilimde paylaşmış olduğum kesin. Çünkü beni profilimde beklerken karşılaştım.
Başlık yoktu, yeniden başlık attım.
Yıllar çabuk geçiyor. İnsan ömrü fazla uzun değil. Doğumundan ölümüne insan, kendisine bahşedilen dünya hayatını acı veya tatlı, kolay ya da zor, zengin yahut fakir olarak yaşıyor, koşuyor, düşüyor, yaşarken ve koşarken hissediyor, hayatı özümsüyor, benimsiyor, kabul ediyor, işle güçle meşgul oluyor, kendisi veya başkaları için üretiyor, hayatını idame ettirmek için tüketiyor. Bir mecburi devran dönüp duruyor.
Biraz düşününce, özellikle son iki asrın insanı, fazlaca acı çekti, fazlaca aç kaldı, fazlaca doğduğu topraklardan göçtü; belki de bir daha hiç geriye, memleketine dönemeden, dönüp göremeden göçtüğü yerlerde hayatını tamamladı. Ve kabri de gurbette kaldı.
Daha önceki asırların insanları da elbette göç etti, savaşlar gördü; açlıkla, kıtlıkla, yoklukla, hastalıkla boğuştu. Geniş imkanları yoktu. Yol, ulaşım, iletişim sorunu vardı. Zulümler, ölümler gördü belki. Ancak insan, “önce can sonra canan” özdeyişini tekrar edercesine, evvela kendisiyle ve kendine yakın olanlarla alakadar oluyor. Sıkıntılar etrafını sardıkça buňalıyor. Çareyi bulunduğu ortamdan uzaklaşmakta görüyor. Ya kazanıyor veya kaybediyor!
Aradan geçen otuz yılın ardından bu sefer, yaz ortasında değil de Mayıs ayında memlekete gittim. Taşova otobüs terminaline ayak bastığımdan itibaren, her seferinde, her nedense, sanki hiç gurbete çıkmamışım, hep Taşova’da yaşıyormuşum, yaşamışım gibi bir his beliriyor bende.
Irmağın kıyıları, imkanlar ölçüsünde, elverdiğince iyileştirilmiş, düzenlenmiş, tanzim edilip halkın hizmetine sunulmuş. Doğduğu, büyüdüğü yerlerde iyi şeyler görmek insanı, gurbette yaşasa bile mutlu ve memnun ediyor. Emeği geçenlere en azından bir teşekkür borcumun olduğunu biliyorum. Irmak kıyısında yapılan düzenleme faaliyetleri çerçevesinde cadde kenarına konulan, hemen köprünün ayağındaki kamelyaya oturdum, etrafıma bakındım; çevreye, civara, karşımda yemyeşil haliyle insanın gönlünü açan ormana, yıllardır bazan coşkun, hiddetli, şiddetli, bazan sessiz, sakin kendi halinde, usul usul akıp giden ırmağa bakıp dururken dalıp gittim. Geçmişe doğru uzunca seyahat ettim.
Aslında insan, bir yanıyla hatta daha fazlasıyla geride, mazide bıraktıklarıdır, yaşadıklarıdır. Tecrübe dedikleri şey yaşanan, yaşadıkça biriken şeylerdir. Yani hayat budur.
Köprünün girişinde bıraktığım, sahibini, kimdir, nicedir bilmediğim ahşap eski yapı evler hâlâ yerinde ve bir abide misali duruyor. Karşısındaki üç beş katlı betonarme bina da öyle. Değişme olsa dahi ortam aynı. Bakınca fazla değişme olmadığı görülüyor; belki de fehmedemiyorum.
Samsun Caddesi’nin köprünün ayağından başlayıp faravgaya doğru uzanan alımlı, çalımlı hali oldum olası beni etkiler. Ortaokulda okuduğum yıllarda, arabaların geçtiği kısım asfalttı, kaldırım yoktu. Irmak tarafında Tekel binaları, Ali Özer’in petrol istasyonu, şehir merkezi tarafında Merkez Camii, Kaymakamlık, Taşova Lisesi, yanında Jandarma Karakolu binası belirleyici, etken, etkin, şehri kuşatan, donatan unsurlardı. Samsun’a, İstanbul’a, Ankara’ya giden arabalar bu caddeden geçerdi. Yol bu caddeden geçerek Taşova’nın kuzey batı istikametinden devam ederdi. Şimdilerde, ırmak kıyısından devam eden devlet yolu, o yıllarda bu istikameti takip ederdi.
Şehri konumlandıran mimar, caddenin şehre katacağı önemi, taşıyacağı yükü çok iyi belirlemiş olmalı ki geniş olsun istemiş besbelli. Caddede, sokakta, yolda, pazarda insanların birbiriyle selamlaşarak sağa sola koşuşturmasına, arabaların yol kenarlarına, bazan yolun ortasına, şuraya, buraya gelişigüzel, art arda, iç içe park etmiş, eğlenmiş (ağlenmiş) haline; yine insanların kahvehanelerde, çayhanelerin önünde, bir ağaç gölgesinde, sundurma altında, masa etrafında, tabure başında oturup sıcak çayı yudumlayarak muhabbet etmelerine daima hayran kaldım. Bendeki izlenim böyle ya da…