Öküz önünde de yürüdüm. Tarlanın traktör çıkmayan kır bayır yerlerini ekti sürdü kara sabanla Fevzi emmim Gazellitepe’de.
Yıllar var ki ayak basmadım oralara. Oranın ekinini (sapını) ta Boraboy tarafından Kuşpınarı yolunu takip ederek getirirdik Bademlere, harman yerine!
O günler geçti…
Son 20 yılda Biçerdöver çıktı. Bir haftada bütün ekin sap saman ayrılıyor, ambarlara dolduruluyor. Kıl ve yün çuvallar numunelik olmuş. Anamın ambarında o günleri bekliyor, yeniden dönmek gibi bir durum hasıl olursa… Fakirlik kıtlık yokluk baş gösterirse diye muhafaza ediyor herhalde. “Olmaz, gelmez, bulmaz türünden bir düşünce aldatır. Ne olacağını ancak mülkün sahibi bilir.”
Sordum:
Cevap vermedi. Zannediyorum benim köye geri dönüp ekin ekeceğimi hayal ettiği günlere adamış kendini. O zor şartların mutlu umutlu günlü güneşli vakitlerinde kalmış aklı. Bir boduç suyun gölgeyle beraber döndüğü susayanın boduçtan tas tas içip kandığı veya kanamayıp boducu başına diktiği kana kana içtiği günlerde yaşıyor hala…
Heves ve umut yaşatır insanı…
Benim ikide bir aklımı kurcalıyor:
Ekin ekilmeden önce ilk iş olarak Besmele’yle kalkılıp evlek çekilirdi. Kara sabanla sürülecek kadar kısım belirli belirsiz işaretlenirdi. Sonra akşamdan göztaşı katılmış heybelenmiş tohum omuzlanır, evlek boyunca ekime başlanırdı. Heybe tek taraflı ağırlık yapıp ağmasın iş görenin omzunu yormasın diye kafi seviyeye gelince döndürülüp diğer gözünden saçılırdı tohum.
Her kişinin işi değildir ekin ekmek, tohum saçmak. “Tohum saç bitmezse toprak utansın” demiş ya! O misal! Ama anam buğday tarlasına tohum saçardı, ekin ekerdi. Rahmetlik Bahri dayıma havale ettiği de olurdu. Amcama sürme işi kalırdı traktörle sadece. İmeceye ödünçe benzerdi bu nev’i işler. Bitti gitti bu adetler!
Babamız olmadığından şartlar ona buğday tohumunun nasıl saçılacağını öğretmiş.
Benim gençlik yıllarımda tarlalar traktörle sürülüyordu. Bir de gübre atarlardı zamanı vakti gelince. Ekin ekme ayı adından da belli olduğu üzere “Ekim” ayıdır. Mevcut düzende çark nasıl döner, nasıl işler, ne zaman ekim yapılır biliyorum dersem yalan olur.
Öküzle kara sabanla ekin ekildiği senelere eriştim. Dedim ya rahmetlik Fevzi Emmim tarlanın kır bayır taşlı tokaçlı kısmını sürerken öküzün önünde yürüdüm diye. Böyle arazilerde verim çok düşüktür. On beş bağ çıkar çıksa çıksa böyle yerlerden evlek başı.
Evlek dönümün dörtte biridir göz kararı veya adımlamayla. Eski insanlar beynelmilel ölçü sisteminden evvel arazi ölçümlerinde dönüm hesabı kullanıyorlardı. Ekin veya buğday cinsi ürünlerin bir çoğu veya hububat ‘kile” cinsinden ölçülüyordu. Şu da var: Demek oluyor ki eski zamanlarda ölçüde standart mefhumu yokmuş!
Fakat bu yazı da nereden çıktı şimdi diyecek olursam; bir tek cümle yazayım da tarihe iz kalsın diye geçmişti içimden. Fevzi emmim öküzü yahlarken elinde övendire vardı. Ucu modulluydu. Öküzler yavaşlayınca zorlanınca hem bağırarak azarlıyordu hem de öküzlerin veya yavaşlayan, yorulan öküzün kaba etine veya sağrısına dokunuyordu, dürtüyordu.
İşte burada bir kelime çıkıyordu ağızdan:
“Ohaa!”
Düşündüm de “ohaa” sözcüğü öküzü durdurma komutu muydu, yürütme veya sorutma komutu muydu?
Gerçekten bu komut bugün hakiki hayatta daha fazla revaçta olmalı sanki!
Evimizin yanındaki bahçeyi traktör dönerken toprağı çiğneyip ezdiği için yıllarca öküzle sürdürdük. Babam öldükten sonra bu işleri kotarmaya ehil annemdi. Genelde Emin dayım veya Gülahmet dayı sürüyordu. Gülahmet dayı dediğim Kara Ömer’in oğlu Gülahmet dayı.
Lakabıyla anmazsam haksızlık yapmış olurum: Köyde Karabacak namıyla meşhurdu.
Annem bazı bazı onlardan ve Tombili’den söz eder. Çünkü komşu olduklarından mı yoksa akrabalık bağı mı var bilmiyorum ama ailece çok görüşürlermiş eskiden ve belki de şimdi de. Şimdi derken annem evlenip bize geldikten sonra. Aynı muhabbet devam ediyor gibi geliyor bana bugün dahi. Komşuluk dostluk ahbaplık “kördüğüm” misaliymiş eskiden, kopmuyor, koparılmıyor, çözülmüyor…
Menfaatler ince hesaplar yokmuş. Belki küsme darılma varmış ama kin nefret buğuz riya olmazmış. Niza etseler de olmazmış…
Bir ceviz kabuğunu doldurmayan meselelerden çıkan husumetler ruhumu acıtır, sızlatır çünkü insanlık ölçülerime sığmaz! İftira, düşmanlık, yanlışlık, şerlik insanca değil.
Emin dayım dediğim şahıs annemin annesinin kuzeni (Türkçe’de bu kelimenin tam karşılığı “Böle” kelimesiymiş.) yani Emin dayımla anneannem Fadik kardeş çocukları. Her ikisinin anası kardeş. Dikmen dayımın emeleri. Bizim evin bahçesine komşu bahçesi vardı bugün de duruyor yerinde. Oraya çok uğrardı. Gelmişten geçmişten eğitim aldığı Şaban Efendi’den ve İstanbul Göztepe’de ifa ettiği vatani görevinden söz etmeden durmazdı. Matbaa işiyle görevliymiş askerken Göztepe’de. Anlattıklarına yeteri kadar kulak vermediğimi düşünüyorum bugün itibariyle ve kendime çok kızıyorum. Keşke demek, hayatın geçip giden günlerine hayıflanmak hoş değil ama nedense bu gibi konularda “ah keşke” diyorum!..
Dediğim gibi bahçe sürülürken öküz evlek başını geri dönmede sorun çıkarırsa mutlaka önünde yürümek ve hayvana rehber olmak gerekiyordu. Tecrübesiyle annem yardımcı oluyordu. Eğitimini Ali ustadan almıştı. O günler güzel günlerdi geldi geçti. Bugün bazı bazı hatıralarımda çiçek açıp gönlümün bahçesine rayiha saçıyorlar…
Ben olamadım ama hayatımı pay ettiğim kadın ve çocuklarım birer İstanbullu. Bu yazdıklarım onlar için belki de hikaye bile değil. Anlattığım hayatın varlığından haberdar olsalar dahi yaşamlarında bu hayattan bir parça bir hatıra bir eylem bir fasıla yok!
İstanbullu kelimesi geçince bir sanatçı adı geldi durdu kıyımda. Soyadı İstanbullu. Arabesk şarkılar okurdu gençliğimde. Çok oldu zaman su gibi aktı gitti, araya mesafeler girdi zaman kar misali eridi.
Tövbe estağfirullah! Edgar Allan Poe denli duygu denizinde dalgalar menzilsiz kayık gibi sallıyor beni şimdi! Poe’dan iki üç kıta şiir yazmazsam olmaz:
*
En mutlu gün en mutlu saat
Kurumuş körelmiş yüreğimin bildiği,
en büyük umutları gücün ve gururun
Hissettiğim, geçip gitti.
Güç mü dedim?
Evet öyle düşünmüştüm
Ama yazık! Çoktan yitip gitti hepsi
Gençliğimin hayalleri
Ama boşver şimdi.
Ya gurur, ne yapacağım senle şimdi
sakin ol ruhum!
Belki bir diğer baş devralır
Üzerime döktüğün zehri!
*
Yazının son proğrafına geldim ancak 1982 yılıydı, yazındı. Eskilerin deyimiyle Orak ayındaydık, yani Temmuz ayı içindeydik. Ekinler biçilmiş yığınlar yığılmıştı tarlaların orta yerine. Beş dönümlük bir tarlaya iki yığın yığmak adettendi. En azından ben yığıyorsam öyle yapıyordum.
Fikri hoca Eğitim Enstitüsü’nü bitirmiş öğretmen çıkmıştı. O sene İspanya’da FIFA Dünya Şampiyanası düzenlenmişti. İtalya şampiyonluk kupasını kaldırmıştı. Aralık ayında ölüm haberini duyduğum ve gazetelerden de takip ettiğim Paolo Rossi gol krallığına 6 gol atarak ulaşmıştı. İtalya’da kaleyi 40 yaşındaki Dino Zoff koruyordu. İtalya maçlarını anlatanlar mutlaka Dino Zoff’a dair birkaç kelam etme gereği duyuyorlardı. Maçı duayen spiker Halit Kıvanç anlatıyorsa göz ve kulak zevki doyumsuzlaşıyordu.
Asıl bu değildi anlatmak istediğim. 1981 yılında duymuştuk, siyah beyaz televizyonlara veda edilecekti edildi de. Gazellitepe’de işe ara verilince hemen bir bükün dibine oturup Dünya Şampiyonası’nı konuşuyorduk Fikri hoca ile. Maçları okulda renkli televizyondan seyretmiş. Heyecan içindeydim, anlatıyordu dinliyordum; maçlar hakkında yorum yapıyorduk, futbolcuları konuşuyorduk. İki tarla arasındaki bir bükün gölgesine sığınmak zorundaydık, çünkü diğer insanlar bu konuları fazla önemsemezler, hatta belki de hiç ilgilenmezlerdi. Futbol sevilse bile bugünkü kadar değildi.
Yani diyeceğim o ki teknoloji pat diye bu günlere gelmedi, yavaş yavaş seyretti ilerleme. Bugün ise korkunç bir hal aldı. Kimse bilmiyor yarın teknoloji ne katacak hayatımıza veya ne alacak?
Dedim ya annem kıl veya yün çuvalları saklıyor diye. Çünkü görmüş kıtlığı, yokluğu, fakirliği! Babaannesinden dinlemiş yokluğun acılı ve sancılı türküsünü. Öküz yok adam yok saban yok! Kazma ile kazarak ekermiş ekinini Şerife ebe. Bir taraftan da dede yetimi etmişler.
Olumsuzluk üstüne hayat kurulmaz ama önce tedbirli olmak, uğraşmak, çabalamak, gayret etmek, nihayet takdire boyun eğmek düşer insana. Olur mu olur diyor, kim bilir gün olur da lazım olur. Kimin haberi vardı krizden, enflasyondan, buhrandan? 1873 ylında dünya iktisadi krizle çalkalanınca bilindi. Onca bölgesel harplerden sonra Birinci Dünya Savaşı ! 1929’da yine ekonomik buhran! Aradan on sene geçmeden 2. Dünya Harbi.
Şimdi alemde her ne varsa sanal! Sanal bir yaşam almış başını gidiyor. Para merhamet muhabbet adalet dahi sanal!..
Yetmez mi bugünlük?