Recep Seyhan
Giriş Yerine: Köy, Yerleşke, Şehire Dair
Malumu ilam; köy, tarım toplumu bireylerinin ihtiyaçlarını karşılamaya en uygun buldukları için seçtikleri küçük yerleşim mekânlarıdır. Yerleşke ise köyün biraz daha gelişmiş hâli olup (medeniyetin değil) şehrin imkânlarından daha fazla yararlanan yerleşim birimleridir.
Şehirli olmak medeni olmak demek olmadığı gibi köylüleri medeni olmayan insanlar olarak nitelendirmek de doğru değildir. Bir insanın şehirli olduğu hâlde medeni olmayabileceği gibi, köylü olduğu hâlde medeni olabilen nice insan vardır. Medeniyet tavır ve duruş ile ilgilidir. Keza şehir ile kent ve yerleşke de farklı şeylerdir.
Şehir için eskiler Medine derlerdi. Farabî’nin (vef. 950) ünlü eserinin adı Medinetü’l Fazıla’dır ki bildiğimiz (ma’rife) Medine şehri ile ilgisi yoktur, Medine orada “erdemli şehir” anlamındadır. Farabî’ye göre erdemli şehir, insanın dünya ve ahiret saadetini birlikte gerçekleştirebileceği yerdir. Farabî bu eserinde konuyu devlet boyutuna taşıyarak ideal devletin çerçevesini de çizer. Buna göre devlet şehirlerle devlet olmuştur.
Osmanlı Türkçesinde “temeddün etmek” diye güzel bir eylem vardır. Şehirlileşmek, medeni olmak, anlamına geliyor. Hadaret de bu anlamda kullanılmış. Dinî, edebî, kültürel bilgileri aktaran türler için de aynı kökten “muhâdarat” terimi var. Neresinden bakılsa, şehirlilik medeniyetle; kültürle, sanatla, diyanetle ilgilidir. Bu da yerleşik bir kültür ve medeniyeti ifade eder.
Hz. Muhammed (as) temeddün etmeyi, şehir kurmayı ve şehirlerde yaşamayı öğütlemiştir. Peygamber’in şehirleri övdüğü, özel olarak da Medine’ye teveccühü bulunduğu biliniyor. Bunun dışında ada özel şehir övgülerini muhtevi “hadisler” de mevcuttur; fakat Hadis bilgini M. Yaşar Kandemir’e göre bunların çoğu kendilerini Hz. Peygambere methettirmek isteyen şehirlerin hüsnükuruntusudur ve uydurmadır (mevzûdur).
Şehirleri bayındır kılan da onu toplu helâk merkezleri hâline getiren de insandır; çünkü şehirler, insan eliyle şekillenir. İnsanın şekillendirdiği, bir biçim verip kalıba döktüğü sanat eserleri ile akrabalığı vardır şehirlerin; çünkü şehir ve medeniyet insan ruhunu kemale erdirmek üzere donatılmışlardır.
Tarihi mekânları, müzeleri ve kütüphaneleri, kültür merkezleri, bahçeleri ve kuşları olmayan bir yerleşim yeri sadece yerleşkedir. Bu vasıfları üzerinde taşımayan büyük yerleşkeler ise şehir değil kenttir. Bazı nesnelerin, hayvanların erdemi de vardır. Yukarıda andığımız vasıflar bu cümledendir. Sahip olsalar da bu merkezlerin müdavimi yetersiz şehirler de kente dönüşmüş olurlar. Kentin ağırlıklı dokusu betondur, kargaşadır, gürültüdür, metalik seslerdir. Bu konuda iki göstergemiz vardır: Kuşlar ve ağaçlar. Kuşların terk ettiği şehirler nicedir şehir vasıflarını kaybederek kent olmuşlardır. Ağaçların itilip kakıldığı, binaların çeperlerine değmemek için boynunu büktüğü, hoyrat iş makineleriyle yara bere içinde bırakıldığı yerlerde şehir de medeniyet de elini eteğini yavaş yavaş çeker.
Bunca söz Sultanbeyli, Sultangazi, Bağcılar, Esenler, Esenyurt, Güngören, Kasımpaşa, Okmeydanı, Gültepe, Yenibosna gibi yerleşkelerin neden şehir vasfını kaybettiklerini; buraların nasıl şehir hâline gelebileceğini anlatmak içindi. Bu yerleşkelerimizi şehir kılmak için olağanüstü çaba sarf eden belediyelerin hakkını yemeyelim. Zamanında öyle yanlış işler yapılmış ki buraları ıslah etmek; yaşanabilir bir şehir görüntüsüne büründürmek olağan değil, olağanüstü de değil insanüstü bir çaba gerektiriyor. Bu insanlar da bunu yapıyorlar.
Problem, andığımız yerleşkelerde yaşayan köy kökenli; fakat şehirli olmaya bir türlü yanaşmayan insanlarla ilgilidir. Bu bir tespit olarak anlaşılmalı ve tahfif ifadesi olarak alınmamalıdır. Bendeniz de köy kökenliyim ve bundan şeref duyuyorum. Köy kökenli olmak değil köylülerin şehirde yaşadıkları halde şehirli olamamaları hatta şehir kavramıyla neredeyse hiç karşılaşmamaları bir problemdir. Peki, bu problemin kaynağı sadece onlar mı? Buna bakalım.
*
Soruyu şöyle sormalıyız? Bu şehir olamadığı gibi kent özelliği de örselenmiş yerleşkeler nasıl şehir (li)leşecek? Buraların şehir olması ile içinde yaşayanların şehirli olmaları birbiriyle iç içe geçmiş meselelerdir. Sorunun uzmanlar nezdinde bir cevabı elbette vardır ama şehir bilinci penceresinden bakınca birey olarak bizim de gördüklerimiz var
Bir süredir köyde yaşıyorum. 50 haneli köyün nüfusu kışın 150 kişiye düşüyor. Köyün verimli bahçeleri ormana dönüşmüş durumdadır. Sahipleri büyük şehirlerde. Anadolu’da değerler manzumemiz büyük ölçüde yaşamaktadır. Kuruluş yıllarına uzanan şehirleşme problemlerimiz var. Cumhuriyeti kuranlar şehirleşme bilincine sahip miydiler sorusuna farklı cevaplar verilmiştir. Kimine göre asker kökenliydiler ve konuya yabancıydılar. Kimine göre de işleri çoktu; devrim heyecanı ile (Ankara dışında) şehirle de şehir kavramı ile de meşgul olacak zamanları yoktu. 1950 sonrası izlenen politikalar 60’tan sonra tırmandı, 80 sonrası tavan yaptı. Anadolu neredeyse boşaltıldı. Köylüler büyük şehirlere giderken Anadolu’nun irfani değerlerini yanlarında götürmek istedilerse de bunu başaramadılar; çünkü onları bekleyen büyükşehir kapitalizminin aç gözlü, bencil ve tekil hayat biçimi o değerlere izin vermedi. Büyükşehir zaten kapitalizmin ağında kıvranıyordu ve kaybolmak tehdidi altında olan varlığını aramaya çıkmıştı. Köylüler de Anadolu’nun değerlerini şehirlere taşıyamayacaklarını anlayınca şehir hayatına uymak gibi zor bir iş yerine daha kolay olanı seçtiler: Şehiri kendilerine uydurmak; fakat bunun için şehire hâkim olmaları gerekti. Başardılar da bunu. Anadolu’nun değerlerinden soyutlanınca şehrin paragöz-bencil ruhuna çabucak uyum sağladılar; fakat bu kez ne şehirli olabilmişler ne köylü kalabilmişlerdi. İşte tam da bu evrede yarattıklarının bir şehir değil kent olduğunu kendileri de anladılar. O arada yeni kentlerde varoşlar, gettolar belirdi. Kısa sürede kentler metropolleşmişti. Onlardan doğanlar (70-80’ler) müteahhit oldu veya dev iş ve gıda merkezlerinin de sahibi oldular. Sonuç kent için de bir facianın habercisiydi. Bilim adamları olanları fark edip de gelişmelere deprem uyarısıyla müdahale etmek isteseler de (60 sonları) geç kalmışlardı. Kentin yeni (yarı köylü) sakinleri ulaştıkları gücü kullanarak siyasi otoriteleri de yanlarına çekmeyi başarmışlardı çünkü. Dijital dönem kapıdayken yarı köylü, yarı kentliler, kenti de çoktan ele geçirmişlerdi. Eğrilmiş, paragöz, çeldirici (sahtekâr) bir insan tipi çıkmıştı ortaya ve bunlar kimseyi dinlemiyordu. Bütün bunlar 50 yıl gibi kısa sürede oldu. Ne şehire ne de kente benzeyen çok sayıda yerleşkelerden müteşekkil, denetimsiz, çarpık beton kentler böyle doğdu. Çok geçmedi; Mersin, Elazığ, Diyarbekir, Hatay gibi Anadolu’daki şehirler de (“büyükşehir” olmak karşılığında) ‘kent’leşti. Sürecin sonunda şehir zaten buhar olmuştu. Ne köyler köydü ne şehirler şehir; hatta ne köylülerin köylülüğü kalmıştı ne kentlilerin kentliliği. Eşitlenmişlerdi. Negatif anlamda bir eşitlikti bu tabii.
Yeni döneme girildiğinde küresel sermaye bütün tarafları yuttu. Öte yanda dünyada sömürgeciler enerji kaynaklarını ele geçirme hırsından hiç vazgeçmediler. Kimi mevcut sömürgelerini korumak, kimi yeni enerji kaynaklarına ulaşmak için harekete geçti. Savaşlar çıkardılar, nüfusları tırpanlamak için hastalıklar (corona-19) ürettiler. Dünyanın her yerinde eğitim bir problem haline geldi. Birey(sellik), Fravun gibi yüksekçe bir yere çıkıp tanrılığını iddia etmenin kıyısına geldi. Hızla tahrip edilen tabiat enerji bunalımı doğurdu. Tabiata acımasızca müdahale edildi. Mevsimlerin dengesi bozuldu, (halk deyişi ile) dünyanın çivisi çıktı. Oysa evrensel buyruk insanlığa seslenerek “Dengeyi O koydu, dengeyi bozmayın (Rahman: 8)” diye uyarmıştı.
Bütün bunlar karşısında insan kalkıp da Cebriye anlayışını devreye sokarak başımıza gelenler “Allah’ın takdiri” derse bu O’na bühtan olur. Elbette kul diler Allah yaratır, onun izni olmadan yaprak kımıldamaz. Deprem elbette Allah’ın takdiri ile gerçekleşir ama Allah’ın takdiri de O’nun tabiatta gözettiği iş ve işlemler, yani bir yasa çerçevesinde gerçekleşmektedir ki buna biz Müslümanlar “Sünnetullah” (Allah’ın âdeti, tutumu) diyoruz Yağmurun yağması için bulutların toplanması gerekir. Bunun gibi. (İslam terminolojisini kullanmak istemeyen pozitivist bilim adamları buna “tabiat kanunları” diyor kısaca).
Binalarınızı fay hatlarına yapıyorsanız önleminizi de ona göre alacaksınız, malzemeyi ona uygun kullanacaksınız, temel taşıyıcılara izolatör koyacaksınız, üç katı geçmeyeceksiniz. Kaliforniya’nın fay hattında olduğu biliniyor. Orada binaların üç katı geçmesi yasaktır. Kimse de bu yasağı delemez. Avrupa’da yaşayanlar bilir; yasa(k)lardan Allahtan korkar gibi korkarlar. Özellikle vergi yasalarına özenle uyarlar.
2023 öncesi şehirlere karşı işlenen cürümler, eşyanın tabiatına aykırılığı bir yana sünnetullah’ın işleyişine de müdahale idi kuşkusuz. Bu haddi aşmak demekti. Sünnetullah’ın (depremin) şiddetli uyarısı kaçınılmazdı. İlk büyük uyarı 1999’da geldi. Devletin yaptığı binalar dışında bu şiddetli uyarıya kulak asan olmadı. 2023 uyarısı sünnetullah ile dikleşmenin bir bedeli olarak ağır oldu. Onlarca büyükşehir yıkıldı. Bu son uyarıcı -bir süre önce alay ettiğimiz- TOKİ’nin bölgede ayakta kalan 135.000 binasını da şahit göstererek yüksek sele bağırdı: “Felaket olan deprem değil işini düzgün yapmayan sahtekâr müteahhitlerdir.”
Allah kimseye zulmetmezdi elbette; ama uyarmıştı. “İşlerinizi düzgün yapın (Âli İmran 148)”, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol (Hud: 112)” “Kendinizi tehlikeye atmayın (Bakara 195)” demişti. “Başınıza bir musibet gelirse bu “elbette kendi yaptıklarınız yüzündendir!” (Şura : 30) demişti. Dahası, muhtemel bir felaketin, fitnenin herkesi yakma kabiliyeti olduğunu da bildirmişti (Enfal: 25). Depremle ilgili aksine davranış sünnetullahla inatlaşmaya girmekti.
Deprem münasebetiyle sosyal medyadaki sosyal kümelerin birbirine girmesini; duyguların altüst olması, ruhsal varlığımızın sarsılması, sosyal hayata yansıyan panik havası ile açıklayabilir miyiz? Belki. Oysa işlenen cürümlere herkes paydasına göre bir şekilde ortak idi. Külli zihniyet olarak kimse kimseden geride veya ileride değildi. Farklı zamanlarda hükümetlerin “imar affı” kararlarının nelere mal olduğunu tam bilmiyoruz (bu ayrı bir inceleme konusudur) Kabul edelim: Dürüst değiliz. Kendimizle yüzleşmek zorundayız. Disiplinsiz, yasa-kural tanımaz bir insan tipi ile karşı karşıyayız. Bu ciddi bir problemdir.
Temeli ta İttihat ve Terakki döneminde atılan kutuplu ve temel bazı meselelerde maalesef ayrışmış bir toplumuz. (Bu da ayrı bir tahlil konusudur.) Yaklaşım farklılıklarını bir değere dönüştürme çabaları da var ama bu çabaların gücü yeterli görünmüyor. Sosyal medya arenalarında birbirine haklılık çalımı atan ve “görünür olmayı çok seven” gürültülü şahısların, kullandıkları çatışma dili sebebiyle kimsenin kimseyi yenemediğini ve yenemeyeceğini anlamaları çok zor. Gözlemimize göre bu kişiler, çabucak sonuç alamayacaklarını anlayınca şiddet dilinin dozunu arttırarak muhalif olduğu kümeyi ayrıştırıcı bir dil ile susturma veya suçlama-hakaret aşamasına geçiyorlar. Biri varlığını, değerinin yokluğunda arayacak kadar ileri gidebiliyor. Böyle bir düzleme girilince kimse kimseyi anlamaz ve dinlemez. Bu insanların bu akıl dışı duruşlarını kısa vadede fark etmelerini beklemek boşunadır.
Herkesi, her şeyi eleştiren hiçbir yerde hiçbir güzellik göremeyen insanların ruh sağlıkları tehdit altındadır. Bu tür insanlar (bizim orada kullanılan bir ifadeyle “dışarık” insanlardır ve merceği kendilerine tutamazlar, kendileriyle yüzleşemezler çünkü kendilerini unutmuşlardır. Bu insanlara destek olmalıdır. Hiçbir şey yapılamıyorsa onlarla tartışmadan kaçınılmalıdır. Bunlar sağlıklı bir toplumda olmaması gereken uç davranışlardır ve genelleştirilemez diyerek teselli bulabiliriz; fakat aklı başında kişilerin görüş farklılıklarının yakın dostlukları hırpalamasına izin vermeleri sonucunda siyasi tartışmaların kırgınlıklarla sonuçlanmasına ne diyeceğiz? Uz görüşlü, olgun ve medeni insanlar, siyasi mülahazalarla eşini dostunu kıramaz, kırmamalıdır.
SONUÇ: Çizdiğimiz tablo distopik bulunabilir ama görüntü budur. Fakat hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Felaketlerin ardında büyük dirilişler de saklıdır. Umudu diri tutan büyük ve mümbit bir kaynağımız var: Yüzyıllardır Anadolu’da (köylülerde) ve az sayıda olsa eski şehirlerden kalma “şehirlilerde” yaşayan değerler manzumemiz. Şu görülmüştür ki millet olarak varlığımızı dokuyan ilmekler, eğrilip yamulan insanlarımızda bile (15 Temmuz ve 2023 depremi uyarıcıları gibi) ani şoklarda açığa çıkabilmektedir. Bu son büyük uyarıcı ile karşılaştığımız ağır bunalım sürecinde yaşadığımız destansı dayanışma ve birlik bilinci bu değerlerimizin yok olmadığını ve genlerimizde yaşadığını çok net olarak göstermiştir. Bu dipdiri bir umut hazinesidir. Bu hazine, küçük çaplı güncel siyasi hesaplar aşılarak iyi değerlendirilmelidir.
Büyük uyarıcının uyarılarını doğru algılarsak, başka deyişle bize getirdiklerini iyi değerlendirebilirsek, değerler manzumemizi böyle afetlerde belirmesini beklemek yerine eğitim sistemimizde ve hayatın içinde görünür kılarsak 2023 büyük depremi bize armağanlarla gelmiş olacaktır. Mevcut eğitim sistemimiz değerler manzumemizin çok uzağında bulunuyor. Genç nesiller (misal, sadece i ile başlayan) ikrar, isar, izan, itkan, itidal, itminan gibi kavramları okullarda hiç duymuyorlar. Değerler manzumemiz altüst olmuştur.
Adalet, eşyayı yerine koymaktır demiş eskiler. Konunun çözümü değerler manzumemizin (ilkokuldan başlayarak) yerlerine konulmasından geçiyor.
Hamiş: Konuyla ilgili bir liste (önemli değerlerimiz) Osmanlı Kültürü Etütleri kitabımızın ‘ön söz’ünde verilmiştir.