“Bereketli Toprakların Sessiz Çığlığı:

0
1
“Bereketli Toprakların Sessiz Çığlığı: Türkiye Nasıl Kendi Sofrasına Yabancı Oldu?”
Görevim gereği yıllarca Anadolu’nun neredeyse her köşesine gittim, yüzlerce köyle, binlerce insanla temas ettim. Nereye adım atsam toprağın bereketine, insanın emeğine, doğanın cömertliğine tanıklık ettim. Amasya’nın Karadeniz’i besleyen topraklarında yetişen elmanın, tütünün, sebzenin gücüne; Ege’nin zeytinliklerinde saklı berekete; Muğla’nın güneşte olgunlaşan zeytin tanelerine; Urfa’nın başını kaldırdığında gözün ufka kadar takip edemediği zengin topraklarına; Gümüşhane’nin ince uzun vadilerinde yetişen fasulyenin, patatesin, sebzenin kalitesine defalarca şahit oldum. Anadolu, bu ülkenin buğday ambarıydı. İnsanların; “Biz kendimize yeteriz” diye övünmesi boşuna değildi. Çünkü gerçekten de bu topraklar, kendi halkını doyuracak güce sahipti.
Bugün ise Anadolu, kendi ihtiyacını karşılayamayan bir ülkenin ortasında yorgun bir coğrafya gibi duruyor. Çiftçi azalıyor, köyler boşalıyor, üretim düşüyor, ithalat artıyor. Soframızdaki ekmekten süte, yağdan ete kadar pek çok ürün, artık başka ülkelerin toprağında yetişiyor. Bu, sadece ekonomik bir tablo değildir; bu ülkenin kaderini ilgilendiren büyük bir kırılmadır.
Ben Anadolu’nun bereketini yıllarca yakından gördüm. Bu yüzden bugünkü manzara bana bir kırgınlık, bir hüzün ve aynı zamanda bir isyan duygusu veriyor. Çünkü biliyorum ki bu topraklar çoraklaşmadı; asıl çoraklaşan şey tarıma dair akıl ve iradeyi yöneten anlayıştır.
Eskiden köylerde şeker çuvallarla dururdu. Pancar depolarının canlılığını, kamyonların sıra sıra pancar boşalttığı günleri, fabrika bacalarının gece gündüz tütüşünü, kasabaların pancar sezonunda nasıl şenlendiğini iyi hatırlıyorum. Şeker fabrikaları yalnızca üretim yerleri değildi; bir bölgenin ekonomisini, sosyal hayatını, geleceğe dair umudunu taşıyan yapılardı. Sonra bir gün kapılar kapandı, özelleştirmelerle yok fiyatına satıldı. Doğal şeker üretimi bitti; yerine Amerika’nın mısır şurubu geldi. Sofralarımıza sessizce, fark ettirmeden girdi. Kimse bunun bir ülkenin tarım bağımsızlığını nasıl zedelediğini konuşmadı.
Hayvancılık da aynı kaderi yaşadı. Köylerde her evin ahırında birkaç büyükbaş, birkaç küçükbaş olurdu. Köylerin altı gübre kokardı; bu koku bana göre yoksulluk değil, üretimin kokusuydu. Şimdi ahırlar kapalı, otlaklar boş, hayvan sesi duyulmuyor. Çünkü yem pahalı, maliyet yüksek, kazanç yok. Hayvancılık bitince millet eti dışarıdan almaya başladı. Bir zamanlar kendi büyükbaş ve küçükbaş varlığıyla bölge bölge ayrılan Türkiye, bugün canlı hayvanı bile ithal eder hale geldi.
Tarım ürünlerinde de benzer bir çöküş yaşandı. Buğday üretimi düştü, arpa dışarıdan geldi, saman bile ithal edildi. Evet, saman… Bir ülke düşünün ki saman getirmek zorunda kalsın. Bu, yalnızca tarımsal bir geri gidiş değil, aynı zamanda ülkenin geleceği için çalan bir alarmdır.
Oysa Anadolu’nun toprağı hala aynı berekete sahip. Muğla’nın zeytinlikleri hâlâ güneşi kucaklıyor. Ege’nin ovaları hâlâ güçlü. Urfa’nın toprakları hâlâ üretmeye hazır. Gümüşhane’nin vadileri hâlâ kendine has fasulyesini, patatesini yetiştirecek güçte. Sorun toprakta değil; sorun bu toprağın kıymetini bilen bir tarım aklının eksikliğinde.
Ben yıllarca gezdiğim her yerde şunu gördüm: Üretmek isteyen çok insan var, ama destek bulamıyorlar. Mazot pahalı, gübre pahalı, tohum dışa bağımlı. Üretici kazanamayınca tarlayı bırakıyor, köyler yaşlanıyor. Köy boşalınca üretim azalıyor, üretim azalınca ithalat artıyor. Bu kısır döngü her yıl daha da derinleşiyor.
Bugün geldiğimiz noktada, soframızdaki her lokma dışarıya bağlı hale geldi. Fiyatlar dövize endeksli, üretici çaresiz, tüketici ise pahalı ürünle karşı karşıya. Böyle bir tabloyu “normalleşme” çabasına kurban edemeyiz. Çünkü bir ülkenin gerçek bağımsızlığı, kendi ekmeğini kendi tarlasından çıkarabilmesinden geçer.
Ben inanıyorum ki bu gidiş değişebilir. Çünkü bu ülkenin toprağı güçlü, insanı çalışkan, iklimi elverişli. Yapılması gereken, tarımı yeniden stratejik bir alan olarak ele almak; çiftçinin yükünü hafifletmek, gençleri köye geri döndürecek politikalar geliştirmek, üreticiyi tüccarın insafına bırakmamak, kooperatifleri güçlendirmek ve ithalat kolaycılığına son vermektir. Biz bu topraklardan bir zamanlar kendimize yetiyorduk; yine yetebiliriz.
Türkiye’nin bereketli toprakları bugün bize sessiz bir çığlık atıyor:
“Beni terk etme. Ben seni doyururum, yeter ki bana sahip çık.”
Bu çığlığı duymazdan gelmek, gelecek kuşaklara yapılacak en büyük haksızlıktır.
Ama duymak ve gereğini yapmak hâlâ elimizde. Bu toprakların gücü bitmedi; bitiren biz olmayalım.
İsmail Erdal – Emekli Eğitimci

Yorum Ekle