Amasya İtimat

Barış/a Vurulan Prangalar

0
1513

Barış/a Vurulan Prangalar

20 Eylül 2006… Günlerden çarşambaydı. Öğle yemeği için eve gelmiştim. Televizyonu açıp gündemden haberdar olmak istedim. Kumandaya dokunduktan birkaç saniye sonra henüz ekrana can gelmeden “Sultan Teyze küfretme” sözüne âdeta iliştirilmiş okkalı bir tokat sesi değdi kulaklarıma. Ekran açıldı. Yemek kazanı başında genç bir bayan; hemen karşısında başı sol yanına düşmüş yaşlı bir kadın ve arkasında sıraya girmiş birkaç bayan daha… Onuru kırılmıştı Sultan Teyzenin. Yemeğini almadan, boyun büküp uzaklaştı oradan. Ekranın sağ alt köşesindeki yazıya dikkat kesildim: “Uçurtmayı Vurmasınlar…” yazıyordu. Film izleme merakım yoktur aslında. Ama bir türlü alamadım kendimi ve kanal değiştirmeden sonuna kadar izledim. Zaten filmin yarısına yetişebilmiştim. Hapishanenin kadınlar koğuşunda 4-5 yaşlarında “Barış” adında bir çocuk ve aynı koğuşta dünyaya gözlerini açan Ahmet… Doğrusu çok etkilenmiştim. Birkaç gün sonra arşivinde bulunduğunu öğrendiğim bir arkadaşımdan tedarik edip bir kez daha izlemiştim filmi.


Sokak ortasında onlarca çocuk sesinden bihaberdi. Ne saklambaç ne körebe oynadı ne ip atladı Barış. Hem yeryüzünden hem gökyüzünden etmişlerdi Barış’ı. Toprağın kokusunu da, dokusunu da tanımıyordu. Çamurdan oyuncak, tahtadan kızak yapmayı nereden bilecekti. Okul da bilmiyordu Barış. Eli kalem tutmamış, defter karalamamıştı. Hiç yanlışı da olmamıştı aslında Barış’ın. Belki de o yüzden hiç silgiye de ihtiyaç duymamıştı. Öğretmen, sıra, masa, harf, rakam her bir şeye yabancıydı. Hesap da bilmezdi Barış. Mahalle bakkalını da bilmezdi, bakkaldan ekmek, çikolata almasını da. Kimse çarpım tablosunu ezberlemesini de istememişti. Tek hesabı vardı Barış’ın: Babasının ellerinden tutup, gökyüzüne uçurtma göndermek. İçindeki mahpus duvarları başka nasıl yıkılacaktı. Yaşadığı kafesin o kekremsi kokusunu uçsuz bucaksız gökyüzünden başka hangi güç çekip soluyabilecekti körpe ciğerlerinden. Bedeninin her bir noktasına sinen mahpusluğuna başka kim kanat olabilecekti. Kim turnalara yoldaş, kırlangıçlara arkadaş kılabilecekti. Gözleri gökyüzünde, gönlü baba dizindeydi Barış’ın.


Sahi! Barış neyin bedelini ödüyordu? Banka mı soymuştu yoksa birine tecavüz mü etmişti? Belki de cinayet işlemişti. Kim bilir? Belki de yol kesip eşkıyalık yapmıştı. Yoksa bir iftiraya mı kurban gitmişti? Neydi suçu Barış’ın? Rutubetten yüzü çürümüş küflü duvarların kokusunu solumak zorunda mıydı Barış? Bütün bunlar reva mıydı sahiden?


Gerek sosyal gerek insani sorumluluklarımızın ne kadar da uzağında yaşadığımızı anladım. Kazancımızı biraz daha artırmak, daha lüks yaşamak, daha konforlu bir arabaya binmek, daha şık ve kaliteli giyinmek adına âdeta kör olmuşuz. Çevremizde olup bitenlere hem habersiz, hem duyarsız kalmışız. Ne Barışları ne Ahmetleri almışız dünyamıza ne de saklambaç oynar gibi, bir görünüp bir kaybolan uçurtmasını Barış’ın…


Biraz kendime, biraz yasalara, biraz da sorumsuz ebeveynlere içerlenmiş, kızmıştım. Barış için hiçbir şey yapamamıştım belki; ama bir avuç gökyüzüne hasret tüm Barışlara hem ses hem tercüman olmak amacıyla şu dizeleri armağan etmiştim.


Bir Avuç Gökyüzü


Ne doktor,
Ne ebe…
Bir gardiyan komutu ile çıktım
Sıcak odamdan
Gözümü açtım ki, çelikten bir dam,
Ne kuzenim oldu ne akrabam
Ve çile ve hüzün ve gam…

Ben mahpushane çocuğuyum,
Volta atmayı öğrendim,
Emeklemeden
Tek bir sabah güneş vurmadı yüzüme,
Hiç bakamadım gökyüzüne,
Ne yıldız bilirim
Ne deniz…

Yastık altına saklı şişler,
Kâbus dolusu düşler gördüm.
Ne kuş cıvıltısı,
Ne yaprak hışıltısı bilirim,
Demir gıcırtısı oldu
Ninnilerim…

Ne bir ezan sesi geldi kulaklarıma,
Ne besmele değdi dudaklarıma.
Ayrı bir dünyam var,
Ne mezar bilirim,
Ne çarşı pazar…

Ben mahpushane çocuğuyum,
Ranzamda morg uykusu
Düşlerimde gül kokusu…
Uçurtma rüyasında;
Bir avuç gökyüzü yağar üstüme
Masmavi bir dünyaya açılır pencerem
İçime nergisler dolar
Bir gelin duvağı kadar beyaz umutlarla
Uzun yollara vururum kendimi
Tam da babamın elleri değmişken yüzüme
Bir hıçkırık, bir öksürük ve delirmiş bir nara ile
İçtimaya uyanır
Yüzü düşmüş duvarların küf kokusu
Ağır mı ağır…
Ve ölür mekân
Donar zaman
Yer gök sessiz, ıssız, sağır…
Gayrı ne gül koklamak,
Ne menevşe sevmek
Bir demir yığınına sımsıkı sarılıp
Paslana paslana çürümek…

Yara bere içinde duygularla
Dökülür incilerim
Ne uçurtmam gelir ne babam
Ah İnci ablam!
Var mıydı böyle gitmek?
Adımı “Kader” koydu Sultan Teyze
Bilmiyorum ne demek,
Ben mahpushane çocuğuyum,
Suçum; dünyaya gelmek…


(Taşova, 23.09.2006)

Yorum Ekle

Önceki İçerik“GAZETE VE GAZETECİLİK”
Sonraki İçerikCUMHURİYET BAYRAMI MESAJI
Fesih Aktaş
1966 Ağrı/Taşlıçay/Aşağı Toklu Köyünde doğdu. İlk ve ortaokulu memleketinde okudu. Konya Atatürk Sağlık Meslek Lisesinden 1985 yılında mezun olduktan sonra, Adıyaman'ın Gerger ilçesinin Güngörmüş Sağlık Ocağında dört yıl sağlık memurluğu yaptı. 1989 yılında girdiği Erzurum İbrahim Hakkı Sağlık Eğitim Enstitüsünden 1992 yılında bölüm birincisi olarak mezun oldu. İnönü Üniversitesinden lisans tamamladı. Amasya Taşova Sağlık Meslek Lisesinde meslek dersleri öğretmeni, müdür yardımcısı ve okul müdürü olarak çalıştı. Amasya Merkez Anadolu Sağlık Meslek Lisesinin kurucu müdürlüğünü yaptı. Halen Afyon İhsaniye İbn-i Sina Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinde Hemşirelik alan öğretmeni olarak görev yapan yazar, evli ve iki çocuk babasıdır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz