Amasya İtimat

ASIRLIK HATIRALAR

0
1257
Dilimizde deyim gibi de kullanılan bir sözcük var: “Mimlemek veya mimlenmek!”
Osmanlı’da çok eski tahrirlerde de görülen “mimleme” hadisesi 2. Mahmut’un Yeniçeri ocağını kaldırdıktan sonra giriştiği Nüfus sayımında katiplerin kullandığı “askerliğe elverişli ve gücü kuvveti yerinde” manasında bir işarettir. Katipler bu işareti kendi kafalarına göre koymadılar elbette. Devletin kararı ve iradesi çerçevesinde “mim işareti” sayımlarda veya nüfus yoklamalarında katiplerce gizlice “matluba muvafık” anlamında konuldu. Nüfus sayımı ilk defa İstanbul’da 1829 yılında gündeme gelmişti ve daha önce İstanbul’da veya Osmanlı’da herhangi bir şârde nüfus sayımı yapılmamıştı. Burada gaye açıktı: “Asker potansiyeli ve cizye mükelleflerinin tespiti.” Cizye vergisinin mükellefi gayrimüslim ahaliydi ve onlar askerlikten muaftılar. İstanbul’da ikamet edenler de askere alınmazdılar.
1830 -1831 senesinde (Hicri Takvime göre 1246) Osmanlı’da ilk nüfus sayımı gündeme alındı ve sayım için ilmiye sınıfından 80 kadar sayım memuru seçildi. Gaye halkın tepkisini çekmemekti. Tebaa ile bizzat görüşülecek ve yaşı boyu bosu sakalı bıyığı rengi deftere kaydedilecekti. Sayımın meram-ı aslının saklı kalması önemliydi. Temel amacın askeri sayım olmasından dolayı 14 – 40 yaşları arasındaki kişiler mim işareti konulmak suretiyle şifreleniyordu.
Yeniçeri ocağı Osmanlı’nın kuruluşundan beri Tımar sistemi içerisinde kendine has idari ve askeri bir yapıya bağlıydı. 1826 yılında bu yapı tamamen ortadan kaldırıldı. Böylece halk tabakasından “mimlenmiş” kişiler askere alınmaya başlandı. Zamanla her yurttaş askerlik yapmakla mükellef oldu.
Takip ettiğim birkaç makale içinden birisinde diyor ki: “Medrese hocaları, talebeler, seyyid, pir ve emir oğullarının yazılıp yazılmadığı kapalı.” Yani araştırmacı nüfus sayımına girip girmediklerini bu cümle çerçevesinde ele alarak kat’i bir kelam etmemiş oluyor. Ancak, bu kişiler eskiden beri sayımlarda olsalar da “muafiyet” taşıyorlardı! “Gümüşlü idiler!” Bir taraftan da mevzu hemen iki cümleyle vuzuha kavuşacak cinsten değildir. Burada bırakayım.
Bütün bu meseleler On Dokuzuncu yüzyıl içinde gelişti, oluştu, neticelendi. Osmanlı bu asırda siyasi ve askeri cephelerde savaşlar verdi. İsraf ve masraf savaşı da başka bir cephedir! Genelde savaşlar toprak kaybına neden oldu. Borçlanma mecburiyet halini aldı. Halk maddi ve manevi olarak çöküş yaşamaya başladı. Halkın durumunun ayırdına varan, bilen eden, dikkate alan olmadı. Zira o devirde kim anlar insan ruhundan huyundan suyundan; bugünkü bilim dilinin adıyla insan psikolojisinden!..
Âyanlık düzeninin son bulmasıyla ve Tanzimat Fermanı’nın okunmasıyla birlikte halk biraz olsun rahatladı. Özgür hissetti kendini diyesim var. Nihayet Osmanlı üç kıtada koskoca bir imparatorluk. Bünyesinde yetmiş iki buçuk millet barınıyor. Sorunların bir fermanla derhal son bulması düşünülemez. Zaman gerekir, icraat gerekir, barış gerekir; ayrıca maddi manevi zenginlik gerekir. Elinde imkan olmayan, kendini güvende hissetmeyen halk, nasıl olur da gönül rahatlığı içinde işini gücünü üretime verebilir? Bütün olumsuz şartlara rağmen millet atadan öğrendiği teknikle, yol yordamla, alet edevatla ekip biçmeye devam etti, yaşamak içün uğraş verdi, yoklukla fakirlikle mücadele etti.
Osmanlı toplumu tarım toplumuydu. Gelişen sanayiden payını alamadı. Pamuk üretimi ile ihracata büyük ölçüde fayda sağladı. Avrupa’da fabrikada ip haline gelen pamuk, ülkemize mamül olarak geri döndü. Tütün de başka bir gelir kaynağıydı. Bugün bu iki sanayi ürünü eski ihtişamından çok uzak!
Uzunca bu girizgahı niçin yaptım?
Facebook eski yıllarda olup biteni derleyip toplayıp her sabah masaya koyuyor ya. Bugün de koydu. Sahurdan sonra not defterlerimi kurcaladım karıştırdım. Hayat esasında hatıralardan yaşananlardan geçmişten ibarettir. Yarın var mıdır yok mudur; meçhuldür. Kimse yarının ne vereceğini ne alacağını ne götüreceğini ne getireceğini bilemez. Arzunun hududu yoktur, umudun ufku yoktur, yaşama azmi sonsuzdur…
1831 yılından itibaren Anadolu insanı mimlendiği üzere asker ocağına alınmaya başladı. Okuduğum nüfus defterinde bazan kırmızı kalemle bazan kişinin adından sonra hemen “asakir-i mansuriyeden” ibaresini düşmüşler. Böylece ülkemizde ilerleyen zaman diliminde yavaş yavaş her erkek yurttaş askerlik vazifesi için kışlanın yolunu tuttu.
Hikayeye geleyim:
Fahri Ceylan ağabey diyor ki:
“Enver; Dedem Kel Hasan, Cüce Osman ve Kadir Ağa ile birlikte askerlik yapmışlar. Sanırım Filistin ve Kafkas cephelerinde savaşlara katılmışlar. Babamdan, Bilal dayımdan ve deden Emin emmimden öyküler dinlemiştim. Dedem Kars’ta esir düşüyor. Tiflis’te Ermenilerden işkence görüyor. Çoğu zaman kiliselerin bodrumlarında dizlerine kadar soğuk su içinde ayakta durdururlarmış, uyumasınlar diye. Nöbetçiler acıyıp da esirlerin birbirlerine payanda olmasına göz yumarlarmış. Dedem Rus Çar’ının himayesinde Moskova yakınlarında dört yıl kalmış. Sonra bir sohbet esnasında soruyorlar, burda kal diye ısrar ediyorlar ama dedem “izin verirseniz memleketime dönmek istiyorum” diyor. Dedemi Tuna nehrinin Bulgaristan tarafında bırakmışlar. Kah at sırtında kah yaya olarak dört buçuk ayda köye ayak basar.
Babam bu olaydan sonra doğar; 1916
yılında takriben. Babam eğer doğru ise 1919 doğumlu. Ama bazen dediğine göre 1915 ya da 1917 de olabilirmiş. Sarı Recep emmim ve Emin emmim aynı anda askere alınmışlar. Babam da 1938 yılında askere alınmış; emmim terhis edilmiş zira dedem yatalak olduğu için. İkinci Cihan harbi esnasında Trabzon’daymış babam. 1946’da terhis olup köyde yaşamayı tercih etmiş. Polis teşkilatının kurulduğu yıllar, kal demişler ama ailevi sebeplerden dolayı kalmamış, dahası var fakat yazıya dökmek sabır ve maharet gerektiriyor. Sana kolay gelsin.”
Lakin bu son paragrafta babası Mehmet emminin askerlik süresi şaştı. En fazla dört yıl süreyle askerlik yapıldığını biliyorum 2’nci Dünya Harbi döneminde. Dedem Emin Çavuş lise terk bir insan. Babası davarın başına çoban yaptığı için 15 yaş küçük yazdırmış nüfusa. Sarı Recep emminin eğitim gördüğünü ve bir süre eğitmenlik yaptığını duydum. Mehmet emminin eğitim durumunu da bilmek isterim.
Sevgili ağabeyim Fahri Ceylan’ın meseleyi vuzuha kavuşturacağına inanıyorum.
Enver Seyhan
Kayıt: Mart 2021
Düzenleme: Mart 2024

Yorum Ekle