Bu ülkede “Bize ne” demememiz gereken o kadar çok şey yaşanıyor ki… Bize ne demeyip fikrini serdedenlerin sözleri söyleyenin şahsına, değerine göre mana buluyor, tat kazanıyor. Halk müziği sanatçımız Sümer Ezgü’nün söyledikleri bu cinsten…
Belçika’da yaşanan bir olayla açıklayalım. Brüksel şehrinde vatandaşımızın biri lokanta açıyor. İsmini “Sultan Kebap” koyuyor. Belçikalı kadınlar ellerinde pankartlarla gelip “Sultan Kebap” ismini protesto ediyorlar. Kendi dillerine uygun olmayan “Sultan Kebap” levhasının kaldırılmasını istiyorlar.
Fransızların meşhur romancısı Balzac “Millet, edebiyatı olan topluluktur.” Der. Milletin şahsiyetini edebiyatı belirler. Edebiyatın malzemesi dildir. İnsanın asaleti dilinden anlaşılır.
Dildeki yozlaşma edebiyata zarar verirken, musikide ki bozulma türkülerimize, şarkılarımıza zarar veriyor ve dolayısıyla sosyal hayatımıza…
Belçikalı kadınların kendi dillerine sahip çıkma noktasında göstermiş olduğu hassasiyeti biz bu topraklarda yaşayan fertler olarak dinlediğimiz musikide kullanılan dil rezaletine, dil sefaletine gösteremedik.
Şükürler olsun Türk Halk Müziği sanatçımız Sümer Ezgü bu konuda yüreğimize su serpen birkaç söz söyledi de ferahladık.
Gerçekten Sn. Ezgü’nün söylediği gibi kültür ve sanat festivali(!) adı altındaki etkinliklerde belden aşağı sözlerin olduğu bir müzik yapan “Ankaralı Tayfası” ile karşı karşıyayız.
Adını yazmaktan hicap duyduğumuz sözler içeren sözde oyun havalarının çalındığı düğünlerimizde sahnede karşılıklı göbek atan insanlarımızın utanarak ve sıkılarak dinlemek zorunda bırakıldığı bu yoz müzik düğünlerimize, ailelerimize, kültürümüze yakışmıyor.
Biz ki çocuklarını ninniyle büyüten, türküyle evlendiren, askere oyun havaları çalarak gönderen bir milletiz.
Bu tür müziklerin aile gibi kutsiyet ifade eden bir törende çalınmasına Sümer Ezgü’den gayrı durun diyecek bir yetkili yok mu? Bu kaygısız, eksensiz, orijinsiz başıboşluğa kim son verecek…
Ankara gibi Cumhuriyetin kuruluşunun şehri bahtiyarlığını yaşayan, milletvekilleri, bürokratların ve bilumum devlet zevatının bulunduğu başkentimizin adının bu tür bir müzikle anılmasından Sümer Ezgü’den önce Ankaralı aydınların rahatsızlık duyması ve tepki koyması beklenirdi.
Ya sizler bu tür yoz müzik yapıp şöhret olduğunu sanan “Ankaralı Tayfası” Barış Manço’nun cenazesinde toplanan kalabalığı, Müslüm Gürses’in cenazesinde yaşanan izdihamı görüp bir ders çıkarmayı düşünür müsünüz? Bu milletin Müslüm Gürses’e ve Orhan Gencebay’a “Baba” makamını vermesi sevgi tezahürüdür.
Ankara havaları bir müzisyen için çöküşün en tiksindirici belgesidir. Bu havaların düğünlerde, festivallerde yayınlanması sadece müzik severlere değil, sanatçıların kendilerine de ihanettir. Başkente de ihanettir. Sanatçı sadece cebine giren paraya bakan bir esnaf değildir.
Rahmetli Serdengeçti yıllar önce bugünkünden daha temiz diyebileceğimiz türkülerimiz ve müziğimizi bayağılaştıranlar için; “Aşağılık adamlar, ayak takımları, zevklerimizi de aşağılara çektiler. Aşağılara düşürdüler” diyerek köksüzlüğün, ruhsuzluğun her şeyimizi istila ettiğinden dert yanmıştı.
Konfüçyüs öleli asırlar geçmiştir ama teşhisi doğru çıkmıştır: “Bir toplumda müzik bozulmuşsa, o toplumda pek çok şey de bozulmuştur.”
Musiki ile ilgili olarak İstanbul denince aklıma konaklar, köşkler, Boğaziçi yalıları gelir. Ve hayal dünyamda o konaklarda bir tamburun çalındığını, neyin inlediğini, kanunun tıngırdadığını, bir udun mırıldandığını, bir def’in usul tutarak hanendelerin şarkılar söylediğini, sazendelerin de saz seslerini duyar gibi olurum.
Bedri Rahmi “Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım” diyor. Biz de ne zaman bir Ankaralı namıyla maruf bir sanatçının belden aşağı sözlerini içeren şarkılarını duysak musikiden utanıyoruz.
Şairler sultanı Necip Fazıl bizim bu kadar satırda söylemek istediklerimizi iki cümlede hülasa ediyor;
Cemiyet, Ah cemiyet, yok edilen ruhuyle;
Ve cemiyet, cemiyet yok eden güruhiyle…
Ses ve söz birbirinden ayrılmayan birbirine muhtaç iki ilahi kudret. Ve bunların ahenginden doğan ruhumuzun gıdası musiki… Ses ulvi… Söz süfli ahenk olur mu?…