Bir vakit var ki o vakitte gece bile uykuya dalıyor. Akşam erken yattıysam gecenin bir vaktinde kalkıyorum. Balkona çıkıp dünyayı gök yüzünü yıldızları karanlığı seyrediyorum.
Ses bile uyumak istiyor ama kendi haline bırakmıyorlar ki…
Gürültüden ses de bıkıp usanmış. Uyumak
ve sabah gerine gerine uyanmak istiyor.
Karşı apartmanın altına yeni bir işyeri açıldı. Aramızda elli metre var yok; fakat kimdir, nedir tanımıyorum, bilmiyorum. Evin sahibesinin dediğine göre, patron ve çalışanlar Gürcistanlı imiş. Fakat on kadar kadın erkek işçi grubu tarafından paketleme yapıldığına şahit oluyorum. Çünkü hava sıcak olduğu için daima perdeler yarım açık ve kapısı ise hep açık. Sigara içmek için dışarı çıkıyorlar, kapı önündeki küçük bahçenin duvarlarına oturuyorlar, bazan da bağrışıyorlar, şakalaşıyorlar.
Bandajlama sesi kulağıma kadar geliyor. Yükleme boşaltma işi ne ara yapılıyor onun farkında değilim. Şu anda saat gecenin ikisi ve işyeri açık hâlâ. Apartmanın birinci katındaki sabahçı çocuk veya yeni yetme sesten rahatsız olmuş ki camdan sarkarak onları takip ediyor. On dört, on beş yaşındaki çocuğun niçin sabaha kadar uyumadığını anlamakta güçlük çekiyorum.
Dedim ya, gece uyumak istiyor da bırakmıyorlar!
Gürcü mü Özbek mi Türk mü olduğunu anlamadığım işyerinde telefon görüşmeleri ve yüksek sesle konuşmalar devam ediyor. Yaptıkları işleri bilgisayara kaydediyorlar galiba ki tam karşımda bir genç adam gözlerini kısarak bilgisayara yazıp duruyor. “Gece çalışma izni” lazım mı bunlara diye düşündüm bir an için…
Neyse!
Asıl mevzu dağıldı. Ankara Asfaltı’ndan gelen gürültü, arabaların kulvarda verdiği müthiş mücadeleden çıkan acı ses, sağanak yağmurdan sonra dereleri dolduran, boz – bulanık akan, coşkun ve taşkın selin çıkardığı sesi andırıyor. Durmadan, hiç durmadan o ses kulağıma geliyor ve nasıl derler, sanki kulağımı deliyor…
Çocukluğumda sanırım 9 yaşlarımdayken rahmetlik dedem Kavakluca’da bir ev kiralamıştı. Rahmetlik amcası Ömer emmi de başka bir evi kiralamıştı. Yaylacılık, hayvancılık işinde yoğrulmuş bir geleneğin çocukları dedem de amcası da. Ta ezelden bu işle gelip geçmişler. Belki de sosyal hayatın insanlar üzerindeki bitmek tükenmek bilmeyen baskısını bu şekilde örtmüşler. Anadolu’nun, Orta Asya’nın, Kafkasya’nın sosyal rahatsızlık ve karmakarışıklık içinde geçen yıllarında insanı beladan, kazadan koruyan bir yaşam biçimi yaylacılık ve hayvancılık. Çünkü insanın değerinin olmadığı zamanlarda insanlar bu yolla ancak güç kuvvet bulabilmişler.
Mal varsa can var…
Lâdik – Taşova karayolu Kavakluca yerleşiminin biraz ötesinden geçer. Orada eskilerin deyimiyle bir “beleň” var; adı Kılıçaslan geçididir. Tam doruğunda Karakol binası vardı. Askerleri görmek için yakınına kadar giderdim. Nezarethane hâlâ duruyordu birkaç sene öncesine kadar. Duvarlardaki yetmiş yıllık yazılar da o günlerin şahididir. Karakol elli sene kadar evvel vazifesini ikmal etmiş ki kapatıldı. Karakol’dan geriye kalan nezarethane, Orak armudu ağaçları ve berrak suyuyla bir de pınar. Elbette, ayrıca bugün hayatta olmadıklarını düşündüğüm öyle ya da böyle Karakol’a yolu düşenlerin aziz hatıraları!
Gece yarılarında şoseden geçen yük kamyonlarının acı sesiyle uyanırdım. Kamyon küçük vitesle çıkıyor beleni ve yükü ağır da olunca yırtınıyor. Ankara Asfaltı’ndan gelen gürültüyle o günleri bağladım birbirine. O yıllarda çocuktum, ses rahatsız etmiyordu ve hatta çok da hoşuma gidiyordu. Yolun Kavakluca tarafında iki Küpeli armudu ağacı ve gölgesinde bir çeşme vardı. Son gördüğümde armut ağaçları ayakta ölmek üzereydiler. Çeşme de tamirat bekliyordu. Yeni haliyle şehirlerarası yol, Karakol’un bulunduğu belenin arkasından dolanıyor. Tabii ki imkanlar sayesinde yol, kamyonları ve yük arabalarını zorlamayacak hâlde. Geçtim oradan birkaç kere. Bildiğim şose yerine inşa edilen yol, asfalt, dümdüz ve seri sürüş için fevkalâde.
Elbette dünya değişiyor, yenileniyor, düzenden düzene giriyor. İyi yönü de var, kötü yönü de. Dünyanın yönetim birimlerinde içten pazarlıklı olanlar da var. Dünyayı mahkum etmek isteyenler de cabası!..
Dünya yalan!
Gelen göçüyor, ölüm badesinden içiyor. Karakol’un pınarı akıyor, akıyor. Kıyamete kadar akacak. Fakat insanoğlu tabiata karşı çok nankör. Çevreyi korumak, temiz tutmak, zarar – ziyan vermekten sakınmak aklından geçmiyor.
Düşünüyorum da:
Pınardan Temmuz sıcağında kimler ağzını dayayıp buz misali sudan küt küt içti ve bugün kimler avuç avuç içiyor?
Aklıma geldi. Bu geçidi yanlamasına kesen dereler, insan boyunda, büyük büyük künklerle Akdağ’dan çıkan ve Lâdik gölüne dolan Küpecik Çayı’na bağlanmıştı. Devamlı su akmıyordu, zaten özellikle sel gibi olumsuz durumlar için konulmuşlardı. Bazan künkler içinden geçerdim, arkadaşım varsa oynardık. İçerisi gölge olurdu ve yaz güneşinden, yaz sıcağından etkilenmezdik.
Adına validenin “kestenkele” dediği küçük kertenkeleler de bizimle arkadaş olur, kovaladıkça kaçar, döner geri gelir, duvarın böğründe uykuya çekilirlerdi. Bize şımarıklıklar yaparlardı. Onlar da can! Bazı yörelerde onlara “keler” diyorlar.
Aktaş köylüleri tarlalara aydoğdu ve patates ekerlerdi. Ayrıca fasülye ve mısır. Patates hasat edildikten sonra biz yine kumlu tarlayı kazarak kalanları çıkarırdık ve ateş yakarak közlerdik. Olumsuz bir laf da duymazdık. Demek ki insanlık değerleri parasal değerlere ütülmemişti henüz!
Yine bir kamyon sesi!
Bir buçuk kilometreden ulaşıyor kulağıma, bu saatte yol boş ki rüzgarını dahi hissediyorum.
Zaten normal saatlerde E -5’ten geçmeleri yasak; çünkü trafik içinden çıkılmaz bir hâl alıyor.
ES
29 Ağustos 2020
Yazılarım Taşova Gazetesi’nde ve Taşova sitelerinde yayımlanıyor fakat bu tarihte yayımlanıp yayımlanmadığını bilmiyorum.
Aradan geçen yıllar, yazma kabiliyetimde yeniliklere neden oluyor veya yazıyı yeniden tanzim ediyorum. Bu itibarla ikinci veya üçüncü kez yayınlarsam mecrada, derler ya: “Sürç-i lisan edersem affola!”
Fotoğraf : FOTO CEM – Metin BAHAR