Zeki Ordu
Kavak durağımız sona eriyor. Ayrılık vakti geliyor bir hüzün kaplıyor içimizi. Sanki sevdiklerini arkada bırakıyormuş hissine kapılıyorsunuz. Hâlbuki iki saat ancak kalmıştım burada. Bu insanlarla bir geçmişim ve ortak hatıralarım yoktu ki…
Sevgi denilen şey böyle olsa gerek. Yola koyuluyoruz.
Yollar, tabelalar…
Ve Havza…
Gönlü olan bir Anadolu şehri daha… Medeniyet denilen mefhumun dünü ile bugünü arasında bir mücadelenin içine girmiş. Belki bir savaş, belki bir yarış içinde. Ancak bir zaman sonra dün ve bugün yarışından “yarın” galip çıkacak gibi. Yani ne olduğu belli olmayan bir sistemin çarkı içinde kalacak. Belki de kimliğini arayan şehirler sınıfına girecek.
Arada bir yerde yani…
Havza’da birkaç vatandaş ile hasbihal ediyoruz. Yani kırk yıllık dostmuş gibi konuşuyoruz. Daha konuşmaya başlamadan biri “Beyim şuradan çek” diyor fotoğraf çekmeye çalışırken. “Oradan daha iyi görünür camii” diye de ilave ediyor.
Sonra “Kevser Camii” oluyor ziyaret yerimiz. Biraz inceliyoruz. Tabii hazır vakit girmişken seferi olarak niyet ediyoruz. İçinden çıkarken tanıdık bir yerden çıkıyormuş gibi oluyoruz. Sadece bu mabedi terk etmek “ayrılık” sınıfına girmiyor. Aşina olduğumuz bir mekân yani. İsmi Recep Meral olan taksici ile durakta çay eşliğinde sohbet ediyoruz. Çocuğu okuyormuş Ünye’de. Sonra Mehmet Güngör isimli bir TIR şoförüne rastlıyoruz. Yolu memleketimden de geçmiş.
Havza hakkında bilgiler alıyorum. Hani şu İnternet denilen yerde olmayanlarından. Pazar yerinden, sanayisinden, adetlerinden bahsediyoruz.
Yolumuz uzun, vaktimiz az. Ayrılık saati çalıyor. Oradan da ayrılıyoruz.
Bilinen ve bilinmeyen hayatları geride bırakarak… Ve hayalleri…
Yollardayız…
Yaklaşan ve uzaklaşan ağaçlar, evler, tepeler, düzlükler…
Hayaller, hatıralar…
İlk durağımız Merzifon olacak. Artık Havza ile Merzifon arasındayız. Karayolu bildiğimiz gibi. Gökyüzü de… Etrafımızda tepeler ve düzlükler bizim tersimize hareket ediyor. Sanki karşı karşıyayız ama kavuşamıyoruz gibi. Sonra başka mekânlar çıkıyor önümüze. Gidiyoruz…
Ve Merzifon Şehir Merkezi diye yazan tabelayı görüyoruz. Müsait bir yerde duruyoruz. Bizi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa anıtı selamlıyor tarihin ötesinden.
Farklı duygular ile adım atıyoruz şehre. Daha önce hiç yürümediğim caddelerde “Dün ve bugün” karşılıyor bizi.
Tarihin her kesitinden esintiler var şehirde. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın hatırasına 1666 yılında yapılmış cami hala ayakta. Şehir yeni dönem mimarisinin hâkimiyetine geçmek üzere. Bir asırlık binalar ya yıkılmış ya da metruk.
Şehir bir mimari ve planlama olarak bir kararsızlık içinde. Ne “revnaklı” ne de “efsunlu” sınıfına giriyor. Yüz yıllık “arabesk” anlayış burada da ağırlığını hissettiriyor. Teşebbüs ve mülkiyet hürriyeti; estetik ve zarafeti yerle bir etmiş.
Bu mesele seyahat ruhuna halel getireceğinden biz şehri dolaşmaya devam ediyoruz. Yeni yapılmış işyerleri, kooperatifler, yeni yollar, dinlenme merkezleri ve insana hizmet edecek çok şey görüyoruz.
Ve yeni yerler görmek için gönlümüzün bir yanı daha bırakıp oradan uzaklaşıyoruz. Yolumuzun üzerinde Osmancık var. Bakalım ayine-i devran ne suret gösterecek…