Zeki Ordu
Bulutlu bir gündü…
Bu zamana kadar yaptığım seyahatlerde hep mekân odaklı düşünüyordum. Şuraya gideceğim, şuraları göreceğim diye.
İlk defa etrafa dikkat ederek bir yolculuk yapıyordum. Daha önce geçtiğim halde bu sefer bir seyahatin verdiği his ve dikkatle etrafı inceliyordum.
Ünye’den çıktıktan sonra; Terme, Çarşamba, Tekkeköy ve Samsun sanki daha farklı bir yer gibi geliyordu. Şehirlerden uzaklaştıkça veya yaklaştıkça yerleşim planı ve mimarisi değişiyordu. Değişmeyen tek şey “beton” ve “PVC” denilen nevzuhur keşifti.
Baca dumanları hayat belirtisiydi. “Sılada bir evin bacası olmak” ile “Bacanın tütmesi” çok şey anlatan ifadelerdi. Doğalgazlı evlerde çıkan dumanlar, sis benzeri bir şeydi. Yol boyu geçtiğim evler ya “bina” ya da “hane” hükmündeydi. Sobalı evlerde bir arada bulunan hane halkı; kaloriferli evlerde “petek” ile aralarında nasıl bir irtibat olduğu bir beraberlik içindeydiler.
Samsun’dan yola çıkınca ilk istikameti Merzifon olarak planlamıştım. Artık her saniye denizden uzaklaşıyor, Anadolu’nu içlerine doğru hareket ediyordum. Karadeniz insanına deniz, bir su birikintisinden çok şey ifade ediyor.
Karayolu bazen iki tepenin veya tepelerin arasına sıkışmış bir boru gibi geliyordu bana. Karayolu tepeleri birbirinden ayırırken seni de gideceğin yere kavuşturuyordu. Tuhaf bir çelişkiydi bu. Karayolu “ayıran mı” “kavuşturan mı?”
Bazı tepelerin üzeri sisli, bazılarının dumanlıydı. Ara sıra görünen ırmak farklı bir dünyanın temsilcisi gibiydi. Bazen sağında ve solunda olan tepelerden biri veya ikisi birden kayboluyordu. Yol, ya bir tepe ile bir düzlüğü ya da bir düzlüğü ortadan ikiye ayırıyordu. Bazen de bir tepeye “toslayacak” gibi hissediyordu insan. Her saniye gideceğim yere yaklaşırken, ilk çıkış yerimde uzaklaşıyordum.
Tepelerin aynı anda kaybolduğu zamanlar da oluyordu. O zaman ovaya konmuş bir kuşa benziyor insan. Uçsuz bucaksız meralar ve hayaller…
Yol boyu nadirattan da olsa geçilen köprüler ve viyadükler, insanın hayal âleminden sıyrılmasına sebep oluyordu. Mavi tabelalar, size en yakın yerleşim merkezinin ismini ve oraya olan mesafeyi yazıyordu. Geride bıraktıklarına dair bir ifade olmuyordu. Geride neler bırakmadık ki…
Merzifon’a varmadan… Kavak’a doğru…
Yahya Kemal’in Revnaklı Şehir ve Efsunlu Şehir diye tasvir ettiği şehirler vardır. Bir de bunlara “benzer” olan şehirler. Revnaklı şehirleri ilk bakışta göze hoş gelen belli bir “mimari” özellikleri olan şehirdir. Daha çok “Batı” ülkelerinde olduğu gibi. Efsunlu şehirler ise gözden çok ruha ve gönle hitap eden şehirlerdir. Bu kadar ön izahatın ardından seyahatimize geçelim yine.
Kavak ilçesine gelince biraz bu şehri dolaştım. İnsanlar gündelik koşuşturma içindeydiler. Şehrin kendine has dokusunun yanında meşguliyet durumlarına göre insanlarda bir telaş vardı. Yüzlerinden çok şey okunan insanlar. Hele çay ocaklarında bir sandalye üzerinde sıcak çayını yudumlarken görürseniz birini her yudum ile binlerce hayali de yudumladığını siz bilemezsiniz. Ancak oturup sohbet ettiğinizde anlar gibi olursunuz onları.
Hele bir de şehrin yabancısı yani misafir olduğunuzu anlayınca lafa “Beyim…” diye başlarlar ve kendilerince saygı hudutları içinde sohbeti sürdürürler.
Siz Kavak gibi mütevazı bir ilçede gezinirken, daha önce buralardan geçmiş hissine kapılırsınız. Suretler yabancı olsa da siretler tanıdık gelir. Ve hayatları ve hayalleri geride bırakarak yolumuza devam ediyoruz…