Serde serkeşlik olunca, hayatın anlamını, değerini, kıymetini ölçüp değerlendirme şekli farklı oluyor. Kimisi aynı yolu alışageldiği şekilde yürürken, kimisi de yolun dibini, dorağını göre seyrede, var olan ve değişen mahiyetine vakıf ola ola yürüyor.
Bu yılın baharında da memlekete düştü yolum. Yine özlem gidermekle gözlem yapmak arasında kaldım; tozlu, taşlı tokaçlı yollarda bir başıma, bazı maziye doğru, bazı atiye doğru yürüdüm, yürüdüm…
Darda kalmış, bunalmış, soğuktan yanmış hayallerimle el ele kırlara, bayırlara koştum, bazı tökezledim düştüm. Nisan yağmurunda ıslandım, sel oldum, coştum. Yazılara çıktım, yorulup durdum, yeşil çimene oturdum, vadiyi, maviyi, bozkırı seyrettim. Gönül penceremin nazende kanadını açtım; dünyayı selamladım. Dertliye rastladım, dertleştim, hal ehliyle halleştim.
Neyse…
Bir önceki sene yine Nisan ayında memlekete gitmiştim ve gözlemlerimi bu sayfada yazıya dökmüştüm. Geçen sefer bahar daha erken gelmişti; bu defa ise on beş gün kadar gecikme ile bahar kendini gösterdi.
Bir arkadaşımın oğlunun düğününü vesile kılıp gittim bu defa memlekete. Yalan dünya hızla dönüyor, değişiyor ve yenileniyor. Hiçbir şey yerinde durmuyor, hareket ediyor, gelişiyor, yer değiştiriyor, yaşlanıyor.
Öte taraftan da dünyayı yöneten kapitalizm, eskiden beri süregelen gelenek, görenek ve adetleri bir bir elimizden alıyor. Hatta neredeyse dinin uygulama sahasına bile el atmak için hücum ediyor. Kapitalizmin görevi, kendisini üretenlere en iyi şekilde hizmet etmek ve dahi hizmette kusur etmemek…
Liberal kapitalizm önce muhabbeti öldürdü. Yalancı, ikiyüzlü yaşam tarzını getirdi yerine. Parayı koydu terazinin kıymet, değer, şefkat, hürmet ve mehabet gözüne. Güçlünün aşkını, sevdasını, arabasını, konağını anlatmaya başladı. Soldurdu, öldürdü Ferhad ü Şirin kıssalarını, Mecnun ile Leyla aşklarını…
Eskinin üzerine sünger çekip tamamen yok etmek de istiyor. O nedenle elini uzatabildiği her yerde değişim ve yenilik adı altında bir takım işler döndürerek kendi kültürünü yavaş yavaş yerleştiriyor. Yerleşti mi bir daha çıkmıyor. Sanılmasın ki buna karşı tedbir alınıyor, getirdikleri geri çevriliyor, durak ve uğrak yerleri dağıtılıyor. Hayır. Bilakis herkes halinden memnun!
Düğün merasimleri, liberal kapitalizmden az çok payını almış gibi. Tabii ki her şeye rağmen düğün törenleri aslına uygun mahiyetini korumaya çalışıyor. Düğün salonları var olsa da henüz eski gelenek ve adetler yıkılmamış, ayakta kalmaya çalışıyor. Umarım, erozyona uğramaz, kıyısından, kenarından aşınmaz, yıpranmaz.
Düğün merasimlerinin en büyük özelliği davetlileri ağırlamaktır. Hayat insanları bunalttıkça, yordukça, gerdikçe, maddi sıkıntılar baş gösterdikçe, büyük şehirlerde yaşayan vasat aileler düğün merasimlerini ya nikah salonlarında ya da düğün salonlarında birkaç saat içinde gerçekleştirip bitiriyor. Memleketteki düğünlerde, şartlar ağırlaşmış olmasına rağmen, usülden olduğu üzere davetlilere yemek veriliyor; iki dilim yaş pasta, yanında bir bardak meşrubat ile ağırlanmıyor, uğurlanmıyor misafirler. Düğün törenleri maddi kaygıdan uzak ve yine bir hafta, asgari iki, üç, dört gün sürüyor.
Cuma’dan başlayıp Pazar günü biten düğün adetleri hala devam ediyor. Yeni neslin vakıf olup olmadığını bilmiyorum. Mesela, geçmişteki bazı düğünlerde, güreş müsabakaları düzenlenirdi, düğüne şenlik katardı. Güreş münasebetiyle, havalinin halkı düğüne davet edilmiş sayılırdı. Ancak, bunların hepsi maddiyata dayanıyor ve maddiyat yanı dar olan ailelerin nikah veya düğün
salonundan başka çaresi, seçeneği kalmıyor.
Çünkü görünmez bir el, yardımlaşmayı, komşuluğu çekti aldı elimizden ve yerine uzak durmayı, düşene vurmayı, başa kakmayı, hava atmayı koydu!
Bilirim; eskiden düğünler Pazartesi gününden Cuma gününe veya Perşembe gününden Pazar gününe uzanırdı. Düğün hazırlıkları, düğünü yönetecek kişinin yani kahyanın ve düğünde hizmet edecek elemanların yani yiğitbaşıların seçimi ile başlardı. Okuntu dağıtılırdı. Bu işlem tamam olduktan sonra, her evin önüne mehter takımı eşliğinde varılır ve odun ve sair gibi düğünde
ihtiyaç duyulan gereçler konu komşudan tedarik edilirdi. Bu her düğün için geçerliydi; düğün sahibinin zenginliği, fakirliği geçer akçe değildi.
Bu bir gelenekti. Yardımlaşmaya, dostluğa, komşuluğa, birlik ve dirliğe, muhabbete misaldi, timsaldi. Sonra aşboğaz, diğer bir deyimle seysana yıkılırdı. Mehter takımı eşliğinde damat evinden gelin evine hediyeler, eşyalar, bohçalar götürülürdü. Düğün yemekleri için bir yer belirlenir ve büyük kazanlar yıkanır, çalkalanır, yemek pişirmek için hazır hale getirilirdi. Keşkek,
pilav, tevek dolması, tiritli kuşbaşı ve benzer yemekler için erzak ve malzeme hazırlanırdı. Bütün bu işlere, mehter takımı eşlik ederdi. Halaylar çekilirdi. Simsim oynanırdı. Ahali tarafından kabul görmüş daha başka oyunlar tertip edilirdi.
Şehir düğünlerinin köy düğünlerinden pek farklı tarafı yoktu. Adet olduğu üzere, düğün evinin önünde eğlence olurdu, oyunlar oynanırdı, çalınır çığırılırdı. Gördüğüm ve bildiğim, bir lokanta tutulur ve davetliler orada ağırlanırdı. Bilinen gelenek ve adetler bütünüyle hayatın içindeydi.
Düğün bir yanıyla eğlence ve sevinç, öteki yanıyla özlem ve ayrılıktı.
Memleketimin öncelik arz eden güzel adeti şudur ki, üzeri peşkir ile örtülmüş, içinde şeker, lokum, leblebi, kuruyemiş bulunan hususi bir tepsi ile misafire karşılamada bulunuluyor, kısa bir hoşbeş yapılıyor ve davetli tepside bulunan hediyeliklerden alıyor, sonra aviyetini tepsiye bırakıyor. Bu güzel adetin sonsuza dek devam etmesini diliyorum. Bir taraftan da “sonsuz” kelimesi matematik bir terim gibi yüreğimi zelzele misali sarsıyor. Sahiden insan için “sonsuz” diye bir şey var mı?
Düğünlerde, kız tarafına “kız evi” denirdi. Erkek evinde olan, biten ne varsa kız evinde de yaklaşık benzeri tekrar edilirdi. Sanıyorum, kızın arkadaşlarından bir veya birkaç kişi “kız başı” seçiliyordu. “Kız başı” evlenecek olan kız ve ailesi ile ilgilenir ve düğün boyunca kız evinin düğüne taalluk eden ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Kızın eline def eşliğinde türkülerle ve devamında dualarla
kına yakılırdı. Kız evinde de oyunlar oynanır ve yemekler pişerdi, konuklara ikram edilirdi.
Bizim yöreye mi has bilmiyorum, düğün evine “tavukçu” gidilirdi. Sanırım tavuk götürülüyor ki adına “tavukçu gitmek” denilmiş. Yine düğün evine “halburcu” gidilirdi. “Halburcu” gitme işini kadınlar üstlenirdi doğal olarak ve un, aşlık, bulgur, tarhana, mısır gibi zahire türü şeyler götürülürdü. Farklı şeyler de götürülüyor olabilir. “Halburcu” kelimesini yöre ağzına uygun olsun
diye değiştirmedim.
Buraya kadar yazdıklarımın ötesinde düğün usül, adet ve geleneklerini kapsayan o kadar fazla anlatılacak şey var ki, belki ileriki zamanlarda yine bu sayfada dilim döndüğünce kaleme dökmek isterim.
Sağlıcakla.
Enver SEYHAN